20 Mayıs 2010 Perşembe

gülün tam ortası süreya

ALİ EKBER ATAŞ


gülün tam ortası süreya


cemal süreya’ya



istanbul
kederli ömrüm

Kırmızı bir kuştur soluğum

konacak çatı arar
gülün tam ortası süreya
oysa cemal’eydi konukluğum

sıyırıp geçiyor galata’yı
istanbul
kuşluk vakti

mavi telaş

ALİ EKBER ATAŞ


mavi telaş

f. h. dağlarca’ya


kadıköy’de
karşıma çıkar diye dağlarca
önüm ilikli geziyorum

dağlarca bir ağrı mı bu
türkçe’de ki bir dağ mı yoksa
sesten sese tırmanıyor

zirveler kar sürgünü
etekler
mavi telaş

söyle attila dünya ozanı

Ali Ekber ATAŞ


söyle attila dünya ozanı (*)

attila josef’e

söyle attila acının lav yatağı
ölümlerden kav mı taşır
katar katar turnalar insandaki ormana

çarpanlarına mı ayrıldın
ölümün kütüğünden kara tren geçerken

ah ninatta içimin aşk tableti güneşimin hitit bahtı
mısır değirmeninde kleo pişirip iskender’le işi
fravun’u övütmek çoban musa’ya düştü
ne iskenderiye kaldı ne denizde feneri

ramses’i unutmadık gömdük içimize kadeş’i
hattuşaş tabletlerini yazanım bil ki
iskender doğmamıştı henüz

söyle attila hüznün baladı
hangi günün batımı doğurmadı ki sabahı
bu sessiz coğrafyanın ilamı eylül olsun

şiirler uç verir umutlara al yanaklı

attila annesizliğin bozlağı umudun macargil hali
hat boylarında tutuşturup yasını
acının zeytin türküsünü bizimle sesledin

annesiz büyümeme ömür ekledin

söyle attila nar içi şavkım
ölümün nuh zamanı mı ki biz ona biat edelim

dağlarca bir ağrının türkçe sesleriydik biz
nuh’tan evvel anadolu’da
tufandan sonra şiir gemisindeyiz
boşluğa itip dünyayı müebbetlik döndürdük

fakat josef attila dünya ozanı
evrenle ölçülmek varken serde
sırası değil ağlamanın susmanın asla

şairgen yaşamından anladım
yeşerdi adım adım ölüme yürüyüşün


22 kasım 2009-21 şubat 2010/Kartal

(*) Sincan İstasyonu Mayıs 2010 sayısında yayımlandı

Erdost’u Kucaklasak

Ali Ekber ATAŞ


Erdost’u Kucaklasak

i. erdost’a

I.
Erdost’u kucaklasak,
örseli mavi telaş.
Şuramdan bir göç kalkar
Türküler sarsılarak.

Bekledik,
Bekledik,
bekle de dik:

Öyle bir yerimize
dikildi ki, şahbaz;
yanan nara,
savrulan küle
kefenin lüzumu yok,
Kasımlar hiç bitmeyecek




II.
Düşün ki,
Yunus gibi:

Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun


rönesansçı coşkuyla
kucaklayıp dünyayı
insanı omuzladık
yer yerinden oynadı
göğün umurunda mı

yattığımız da oldu
şiirin bahanesine
hatta kaburgalarımızdan olduk
herdostun ölümünde




III.
herdostla kucaklaşsak
desek ki sevdadır bu
hüznüne yenik su
hüzne vefa bağır dolusu
daldırma gül korusu
alaz dilli türküler

sus ve ağla
ağla ve öl
de ki:

yarınan nar gibiyim
her mevsimim göçebe
içimdeki haneden




IV.
bir yürek
gülen bıyıklarının yanında duruyordu ki öyle
en esmer yarasından
eylülü boşaltıyor
dudağında uçurumlar

sabahımız askıda
sabrımız sınanıyor
canlar pahası

doğru ya senin kaburgalarında kırık
bizim ki kalbimizde

ömürcül bu ayrılık


20 ekim 2000/28 aralık 2009

gül alıp gül satardık kasım zamanı

Ali Ekber ATAŞ


gül alıp gül satardık kasım zamanı

i. erdost’a

I.
gül ki
türküler harmanında
bindallı sevincimiz
bin dalında alazı

dalıp dalıp gülistana
gül alıp gül satardık
kasım zamanı

gönül terazisinde ey dost
insan aradık.




II.
düşün ki
kaburgalarında kırık
damarlarında yırtık
dikiş tutmuyor
ilhan’a sorduk
biraz morumsuluk
biraz dalgınlık

sarı bir sağırlık esmer teninde
gün ortasında tam
türküler uykudayken
şafağın alazında cebimizde kefen
mavi tebessümler düşürdük yere
gökçesiz gönlümüze
nazar kıl söz boncuğu
kasım zamanı

dudağında mor salkımlar
dilinde ezilmiş kelimeler
yüzünde hareleri
kızılımsı gelincik şakaklarında
salkım bakışlarında şaraplık hüzün
uzanıp alıyorum gözaltlılardan
hayyam kesiyor fikrim




III.
kucaklayıp kaldırmak geldi içimden
gövdemi sarkıttım düştüm ağaçtan
içimdeki ormanda başladı yangın

doğrulup baktım ki
iki nehir gibi akıyor
iki yanımda kollarım

gül harmanında şimdi
kasım zamanı
türküler uç verir
umutlar alaz alaz

13 aralık 2009/08 mart 2010

erdost’u kucaklasak

Ali Ekber ATAŞ

erdost’u kucaklasak


i. erdost’a

I.
erdost’u kucaklasak,
örseli mavi telaş
şuramdan bir göç kalkar
türküler sarsılarak

bekledik
bekledik
bekle de dik

öyle bir yerimize
dikildi ki, şahbaz
yanan nara
savrulan küle
kefenin lüzumu yok
kasımlar hiç bitmeyecek




II.
düşün ki
yunus gibi

Ballar balını buldum
Kovanım yağma olsun

rönesansçı coşkuyla
kucaklayıp dünyayı
insanı omuzladık
yer yerinden oynadı
göğün umurunda mı

yattığımız da oldu
şiirin bahanesine
hatta kaburgalarımızdan olduk
erdost’un ölümünde




III.
erdost’la kucaklaşsak
desek ki sevdadır bu
hüznüne yenik su
hüzne vefa bağır dolusu
daldırma gül korusu
alaz dilli türküler

sus ve ağla
ağla ve öl
de ki

yarınan nar gibiyim
her mevsimim göçebe
içimdeki haneden




IV.
bir yürek

gülen bıyıklarıyla öyle
duruyordu ki, dudağının üstünde

en esmer yarasından
eylül’ü boşaltıyor
sabahımız askıda
sabrımız sınanıyor
canlar pahası

doğru ya
senin kaburgalarında kırık
bizim ki kalbimizde ilhan

ömürcül bu ayrılık
nasıl ulansak


20 ekim 2000/08 mart 2010

insan nar misali

ali ekber ataş



insan nar misali


bir yaz günüydü gözlerin
açtın
uyandık
üstümüzde gök örtüsü
renklerin en güzelini açmışık
çocuklar
dal gövdelerimizden sarktılar
ortalık bi kalabalık bi kalabalık
cıvıl cıvıl rengarenk uçurtmalar
insan-
-nar
misali
hem kendiliklerinden yanar
hem de nar-ı-nan pişer kendileri




2002/4 eylül 2005

ŞİİR ÜZERİNE BİR DENEME - Ali Ekber ATAŞ İnceleme

Şiir Üzerine Kendimce Bir Deneme…



Şarlo’ya sormuşlar:
“Dünyadaki en önemli olay nedir senin için?” diye.
Duraksamaksızın:
“Doğduğum gündür” demiş.

Ben bundan şunu anlıyorum: Evrenin de, dünyanın da, insani bütün etkinliklerin, yapıp ettiklerinin merkezinde, yine insanın kendisi vardır.

Evrenin sonsuz genişliğinde arayışlara giren, önündeki bu bilinmezliği çözmeye çalışan insan, “doğup, yaşayıp ve biriktirdiklerini” edinmede, bunları bir dizge içinde insana sunmada ve bilinemezlikleri aşmada, üç temel alan belirlemiştir kendine. Bunlar: Sanat, bilim ve felsefe alanlarıdır. İşte, Kant’ın aydınlanmasına giden yolun başlangıcı, bu üç farklı, ama birbirlerini önceleyen, birbirlerinden beslenen disiplinlerden geçiyor; kanımca.

Sanat, insanın bilinen en eski ve de en ilk uğraşıdır. Daha da önemlisi, onun iletişim dili ve başkalarıyla olan ilişkilerini düzenleyen dizgeli ilk toplumsal etkinliğidir. Mağara duvarlarına, geniş kaya yüzeylerine, ağaç kovuklarına çizdiği resimler, taşı yontması ve ona biçim vermesi, kendini dış tehlikelerden koruyan mekanlar oluşturmasını onun, ilk sanatsal kurgulamaları/eylemlilikleri olarak alabiliriz. Yaşam deneyi arttıkça, yeni arayışlara girişen insan, çevresinde olup bitenlere de gözlem yoluyla bir anlam vermeye çalışmıştır. Birikimler, yeni teknik ve yöntemlerin arayışlarına götürmüş onu. Gözleme dayalı deneyleri ona, doğal olayların oluş nedenleri üstünde düşünüp sonuçlar çıkarmasını öğretmiş. Ve bunun gibi daha birçok olayların peşinde koşturan insan, doğanın egemenliğinde bir yaşam değil, doğaya egemen bilinçli bir varlık olarak yaşam sürmeye başlamıştır.

İlk aşamada bir gereksinmenin, bir zorunluluğun sonucu olarak doğan sanat, bilinçli bir etkinliğe dönüşürken, sanatçı da dünyayı/doğayı farklı yorumlamalarıyla insana anlatan bir kişilik olarak çıkar karşımıza. Sıradan insanın dünyaya bakışı, insanı kavrayışı, olayları sezişi ve olaylar arasındaki neden sonuç ilişkilendirmeleri, bunları belli bir dizgede algılayıp yorumlayışı, bir düzen içinde duyuşu ve anlamlı birer etkinliğe dönüştürmesi şüphesiz ki, bir sanatçının duyuş, düşünüş, algılayış, yorumlayışıyla kıyaslanamayacak kadar geridedir. Bunun içindir ki sanatçı, tüm çağlarda, yaşadığı toplumun öncüsü olmuştur. İster sözcüklerin peşinde yeni arayışlara girişen şair, yazar, romancı olsun, ister bir yontucu ya da ressam, isterse sesleri düzenleyen ve onları anlamlı bir dizilişte insana sunan müzisyen olsun ya da yine insanın en eski uğraşlarından olan tiyatro (sanatçısı) olsun, bütün sanat alanlarının yaratıcıları çağlarının tanığı olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki biz, 21. yüzyılda hala Yunus’tan, Pir Sultan’dan, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşı Veli’den, Shakespehare’den, Voltaire’den, Leonardo’dan, Goya’dan, Michelangelo’dan, Andre del Verrocchio’dan, Raffaello’dan, Albert Dürer’den, Gian Lorenzo’dan, Rodin’den, Jacques-Louis David’den, Burunnelechi’den, söz edebiliyoruz. Bu, yalnızca onların sanatçı olarak kendi alanlarında çok büyük başarılara imza atmalarıyla sınırlanamayan bir duyuş, seziş ve tanıklık ediştir. Çünkü onlarda yaşadıkları çağla sınırlanamayan ve doğalarından gelen bir ilginin, algının, görüş, duyuş ve yaratıcı yapışın izleri doludur.

Bizler olaylar karşısında edilgin bir tavır sergileriz, çoğunlukla. Olayların nedenlerinden çok, sonuçlarına yönelir/yöneltiriz bakışımızı. Bir olayın, bir yazınsal yapıtın, resim olarak bir tablonun, bir yontunun, bir müzik yapıtının, tiyatro eserinin bize/bizlere sunuluşunu (hangi şekilde olursa olsun, nasıl yapılmışsa yapılmış, düzenlenip sunulması neye göre olursa olsun…) yalnızca izlemekle yetiniriz. Beğenilerimizi o anda “güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış” düzlemlerinde, iki boyutlu belirtiriz. Çünkü bize öğretilenler de, öğretilmiş yaşamlardan çıkarabildiklerimiz de iki boyutlu bir düzlem parçası olacaktır. “Derinlik, zaman, mekan” kavramlarından yoksun bir beyin için, bu boyutlanmaların hiçbir geçer “anlamı” yoktur. Çünkü, kavramsal olguları içinde barındırmayan, insanı çok boyutlu (en, boy, derinlik, zaman ve mekan) düşünmeye değil, tek seçenekli düşünmeye koşullandıran bir eğitim dizgesinden geçmişsek eğer, algılarımızın da bunları alımlamasını bekleyemeyiz. İşte bunun içindir ki, bunları anlaşılması zor, açıklanması olanaksız birer kapalı kavramlar olarak düşünür ve öyle algılarız. Doğaldır ki, bu kavramların ne “anlama” geldiğini bulup ortaya çıkarmamız, bize ezberletilmiş ve kanıksandırılmış, bu doğamız dışı yaşamlardan kurtulacak ve onun zincirlerini kıracak okumalardan geçerek sağlanabilir ancak. Böyle olduğu sürece biz, bir sanat yapıtının ister duvarda asılı bir resim, sergilenen bir yontu (heykel), sunulan bir tiyatro oyunu, bir düz yazı metni, bir şiir ya da şiirsel bir metin olsun, bunların “anlamını” çözemeyeceğiz hiçbir zaman. Çünkü yapılan bütün bu etkinliklerin, yaşamın kendisinde var olan şeylerden türetildiğini ve birer yansımaları olduğunu kavratacak bir bilinci kazandıramadığımız sürece kişiye, yapılanların kendisi de ne sanat yapıtı olarak kalacaktır, ne de yapanının sanatçı olduğu bilinecektir tarihte.

Yukarıdaki uzun girişin ardından şiire ve şaire dönersem, şunları söyleyebilirim:

İnsanlığın ortak evrensel dili olan sanat, özelde şiir, insanın en diri, en gür, en yürekli söylemi olduğu gibi insancıl bir temelde yükselmesinin ve insana ulaşıp yüreğe seslenmesinin de en kestirme yoludur. Eğer böyle olmasaydı, sanata, insanın “deha” düzeyinde bir etkinliği olduğunu söyleyen Kant’a kulak verir miydik? Şunu da söylüyordu Kant: “İnsan dehasını yalnızca sanatta bulmuştur.” Yine “Kant’a göre, insan, ancak yaratırken dehasını dışlaştırabilir.”(1)

Kant’ın sözünü ettiği bir “deha dışlaştırması” olarak doğan sanatın türleri içinde biri var ki, bütün söz sanatlarının, bütün kutsal metinlerin biricik kaynağı olarak bilinir. Ona “ŞİİR” adını koymuş insan. Çok haklı olarak, burada, çok değerli edebiyat(çı) düşünürümüz Oktay Akbal’ın, şiire ilişkin söyledikleri yol gösterici olarak düşer önümüze:

“(…)
Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu. (…) Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz. İnsanoğlu şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri. Şiirde yer almayan bir sözcük ölmüştür, yaşamdan yok olmuştur. Bir toplumda ozan yoksa, yetişmemişse, yetişmiyorsa o toplum bir süre sonra silinir. Asur uygarlığı gibi… Ozanı olmayan toplum, şiirden yoksun toplum yok olur gider. Din kutsal kitaplarının şiir dili ile yazılması da insanoğluna seslenmek, onu etkilemek için en sağlam yolun şiir olduğunu gösterir. Şiir kendi başına bir dildir. (…).”(2)

Bu anlamda, bu değerlendirmeler ışığında baktığımızda, şiir, toplumların dillerinin kutsandığı tapınaktır diyebiliriz. Bu tapınaktan içeriye arınmak için girenlerin, öncelikle tapınakta daha önce kutsanmış şiirlerle bir iyice yıkamaları gerekmektedir; hem kendilerini hem de şiirlerini. Buna gönülden ve de yürekten inanıyorum. Ve onun için diyorum ki, toplumların dupduru (şiirleridir bu) suyunda, kendi dillerinde yazıp çizmelerinin ötesinde, bu alanda kalem oynatanların, kalemini namusluca kullananların, kendi yazma ve konuşma dillerini bu tapınağın coşkun suyunda yıkamaları gerekmektedir, bir iyice. Şiir tarihine, bu tarihin akışına, değişip dönüşmesine kuramsal yazıları ve şiirleriyle katılıp ilerleten şairler ve şiirleri bunun için var. Kendi dillerinde yazılmış ve her bir ışık rengini karşılayan her tür şiir, ortak bir amacı imlemektedir: İnsancıl değerlerin merkezinde ve de çevresinde toplaşmamız gerektiğidir bu. Yalnızca bu değerlerin çevresinde toplaşmak yetmiyor. Bu değerleri çoğaltan halkların dillerinde yakılan ağıtlara, türkülere, ninnilere, manilere, destanlara, masallara da eğilmek ve onları çağcıl değerlerle, yeni baştan özünü bozmadan, yeni bir yorumla sunmak gerek. Yeni bir öz, yeni bir biçem ve özgünlükte, bu temelin harcını kullanıp, beslendiğimiz bu kaynağın dokusundaki duyarlığı, kendi şiir dilimizin akarında koruyup, kendi sesini bulmuş bir şiirle çıkmalıyız karşısına insanın. Bu bilinçle donatmalı insan kendini. Halkın, bu saydığımız öz değerlerine yüklediği anlamı, onun yaşantısından kopuk düşünmek nasıl olanaksızsa, bizim de bizden önce yazılanlara, yakılıp söylenenlere, diyar diyar gezip dolaştırılanlara kapalı ve de ilgisiz kalmamız düşünülemez. Bizden önce söylenenler, yazılıp çizilenler, okunup elden ele dolaştırılanlar, dilden dile taşınanlar, kendi yaratıldıkları çağın, duyuş, düşünüş, algılayış, anlatış ve yorumlayışlarının birer tamamlayıcısı olarak kendinden sonraki kuşak ve çağların önünü aça aça gelmişlerdir günümüze. Her yazılan yazı ve şiir, yakılıp söylenen türkü, dilden dile diyar diyar dolaşan destanlar, masallar, sanat, bilim ve felsefe alanlarının diğer bütün etkinlikleri, insanlığın tamamlayıcısı olduğu kadar, kendilerinden sonrakilere de yazılı birer belge olarak bırakılmışlardır. Bundan ötürü, ne kadar övünsek azdır. Çünkü insanlık ailesine, toplum olarak kazandırdığımız değerlerimize bir göz attığımızda bugün, kapısında bize diz çöktüren “batı”nın ve de diz çökenlerimizin (ne uğruna?!), yüzlerindeki utancı kapatmaya elleri de el vermeyecektir. İşte bir kaçı: Hacı Bektaşı Veli, Pir Sultan, Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Nazım Hikmet, Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Niyazi Akıncıoğlu, Mehmet Başaran, Vecihi Timuroğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Ali ve daha niceleri…

Felsefenin, özelde şiirin, genelde sanatın, bilimin geçmişi içinde öylesine aydınlık, öylesine güçlü sesleri var ki, ancak bugünün insan sesi, insanlık tarihinin 21. yüzyıla taşıdığı bu değerleri sahiplendiği ve onlardan beslendiği oranda güçlü bir ses olarak çıkabilir insanlığın karşısına. Bugün insanlığın yaşadıklarına baktığımızda, yaşatanları düşündüğümüzde, yaşananlara seyirci kalanları gördüğümüzde, bedel ödeyenleri getirdiğimizde aklımıza, karşılaştığımız tablonun bizde bıraktığı etki, şiirin gülümseyişi olmamıştır hiç şüphesiz. Emperyalistlerin, dünyayı bir sömürge gezegenine, insanlığı köle cennetine, ayrı ayrı coğrafyaları eş zamanlı olarak, kısa ve uzun erimli amaçlarını gerçekleştirebilecekleri savaş merkezlerine, bu merkezlere yakın bizim gibi ülkeleri de üslerine döndürdükleri bir çılgınlığın tam ortasındayız. Sırtımızı “batı”ya dönüp, 180 derecelik bir yay çizdiğimizde, bu yayın içinde bulunan ülkelerin karşı karşıya bırakıldıkları iç savaş oyunlarında, etnik unsurların birer maşa olarak kullanıldıkları bir durumda aydın, şair, yazar, sanatçı, bilim insanı, düşünür (felsefeci) ve ozan kimliğini sahiplenmiş olanların bu dağınıklığı bertaraf edecek örgütlenmelerin başını çekmesi gerekmiyor mu dersiniz? Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum, güneyimizdeki katliamlar, derin devletin kirli oyunları, Kafkaslarda yaptırılan pembe devrimler, Irak bataklığı, dünyanın beklide sömürgen eliyle kurdurulan, sözde bağımsız(!) bir Kürt Devleti, Suriye ve İran üstüne yazdırılan senaryolar, Afganistan karanlığı… Bütün bu olup bitenler, yüzyılımızdan önceki yüzyılda uygulanmaya çalışılmış, ancak çağın kimi değişen koşullarına bağlı değişken ve girişken güçlerinin birbirlerini dengelemelerinden ötürü bir türlü uygulanamamış ve yüzyılımıza bırakılmış bu kirlilikler, insanlığın büyük utancı olarak durmaktadır karşımızda. İşte sanatçının sorumluluğu ve görevi burada başlamaktadır: Eyleme geçecek gücün üzerindeki ölü toprağını silkeleyecek silkinişleri başlatmaktır. Tarihin her döneminde, yaşamakta olduğumuz bu türden olayların, gerçeklerin, benzer biçimde kendi dönemlerine özgü yaşana geldiklerini biliyoruz. Bu bir dolup boşalma, yükselip alçalma, kendi dönemini tamamlama süreci olarak da alımlanabilir; iyimser bir yaklaşımla. Ancak, saflık derecesinde bir iyimserliğe kapılmak, buz dağının su altındaki kütlesini görmemek olacaktır ki, asıl sorun burada yatıyor: Bizler yalnızca görünenlerle ilgili ve sınırlı sorumlu saymaktayız kendimizi! Oysa, yaşanılan herhangi bir olayın (en sıradan olanından en yaşamsal olanına kadar), bir oluş, ortaya çıkış süreci vardır ki, bu sürecin altını dolduran ve olayların arka planında yatanlar da bunlardır. Yukarda da vurgulamıştım, olayları algılayış biçimimiz, “derinlik-zaman-mekan” algısından yoksunsa, iki boyutlu düzlem üzerinde oyalanıp duracağız. Demek oluyor ki bu, insanlaşma çabamızda istenen düzeyde değiliz. Dünyanın, insandan yana güçlerinin bu kirliliğe dur demesi ve insanca yaşanılır bir dünyanın kurulması yönünde daha çok bir araya gelmesi, örgütlü bir güce dönüşmesi gerekmektedir. Doğaldır ki, özlemini çokça da duyduğumuz bir buluşma olacaktır bu. Bunu söylemek yetmiyor. Eyleme geçmek, tüm aydınlanmacı güçleri, yani uyuyan devi uyandırmak gerekir. Bu süreçte şiir, kışkırtıcılığı, devrimci ruhu, çoşkun sesi, cuşumculuğu, atılganlığı ve direk yüreği kavrayışıyla insanlığın önünde seğirtmiştir her zaman. Egemenler her zaman, şiirin, düzenlerini yıkıcı gücünden korktuklarından, tarihin her döneminde, şairi suçlu, şiiri yasak ve sakıncalı bulmuşlardır. Bundan ötürüdür ki, her fırsatta, kurulu düzenlerinin korunması ve bu anlayışlarının sürekliliği için, baskıcı, faşist, yasakçı, sindirmeci yöntemlere başvurmaktan geri durmamışlardır. Aydınlanma tarihimiz içinde bu baskılarla karşılaşmamış, işkence görmemiş, içeriye düşmemiş aydın, sanatçı, düşünür, yazar, şair yok gibidir. Dünyanın başka yerlerinde de böyle olmuştur. Her ülkenin (en gelişmişinden en geri kalmışına kadar) sicili bu anlamda bozuktur. Gerçeğe, bu açıdan baktığımızda bize yansıyan ve de bizim yansıtabildiğimiz bir yanı bu.

“Peki diğer yanında olup bitenler nelerdir” diye, ortaya atılacak bir soruya verilebilecek yanıtların ayrıntısına girmeden ve de konuyu fazla dağıtmadan şunu söylemekle yetinmeli şimdilik: Neresinden bakılırsa bakılsın/bakarsak bakalım, olağanüstü bir kuşatılmışlığın tam ortasındayız. Şimdilik alaca bir karanlığı yaşamaktayız, fakat arkadan gelense “kararlı bir karanlık”, bunu da dikkatinize sunmak isterim. Ama ben şuna da inanmaktan ve de insandan umudu kesmemekten yanayım: İnsanın olduğu her yerde, çok ama çok büyük sorunlar var. Artarak çoğalmaya da devam eden bir süreci de var. Farkındayım. Bir diğer farkında olduğum gerçekliğimiz ise, olabildiğince bölünmüşlüğümüz ve hala amip gibi bölünmelerimizi sürdürdüğümüzdür. Bunun önüne geçmek ilk işimiz. Bu bir. İkincisi de, sorunlar içinde boğulduğumuz ve karanlığın artarak hız ve güç kazandığı bu dönemlerde bile, çözüm üreten ve aydınlıktan yana insanların hala ayakta olduklarına, en azından kararlı bu karanlık kadar, aynı inatçı kararlılıkla çalıştıklarından da eminim. Evet bunlar bir yerlerde bizim gibi çalışmaktalar. Onlar da seslerini duyurmak için, varını yoğunu ortaya koymuşlardır. Bir elin çağrısını, kucaklaşmak için açılmış bağırın sahiplerini aramaktalar. Öyleyse bu çağrıya kulak kabartıp, bu bağıra sarılmak için koşturan bir arayışa girişelim derim. Çünkü, karanlığın arttığı bu dönemlerde bile bizleri sevindiren, gönendiren güzellikler, gelişmeler de yok değil. Sanat bunların başında gelmektedir. Sanatçının varlığı ise, en çok duyumsanandır (hissedilendir) bu zor ve de karanlığın gemi azıya aldığı dönemlerde. Öyle ki, sanatçılar, bu zor dönemleri aşmada insanlığın anahtarı olmuşlardır her zaman. Umutların tükendiği, belirsizliğin egemen olduğu, art arda bölünmelerin arttığı ve büyük dağılmaların yaşandığı bu tür dönemlerde, insandaki umudu yeşerten sanatçılar çıkacaktır mutlaka. Sanatçılar, şairler, aydınlar, yazarlar, düşünürler bunun için var. İnsan bunun için ve umudu için yaşar. Çünkü şairleriyle övünür toplumlar. Övüncümüz o kadar çok ki…

Sanat, var olandan devinerek (hareketle) olmayan bir biçimi, ölçüyü, kütleyi, rengi, sesleri, düzenleri, insani bir etkinliğe dönüştürme çabasıdır insanın. İnsandaki dehanın, nesneleşip somutlaşarak dışlaştırılmasıdır. Kantçı doğrultuda baktığımızda. Şöyle de diyebiliriz: “Sanat, insanın doğa ile denkleşme savaşımıdır(3)”. Ne doğayı aşabilecek bir “aşkınlığı” sağlayacak yetkinliktedir insan ne de doğanın kendisine sunduklarıyla yetinebilmektedir. Hep bir “aşkınlığın” peşindedir. Bu mutlak bir değişmezliktir sanat ve sanatçı için. Doğayı aşma, onun tek düşüdür. İşte insan, bu aşkınlığı, sanatın içinde bulabilecektir ancak. Sanatın dışındaki bütün disiplinlerde, insani olmayan bir yan bulabilmek, bu yanla karşılaşmak olanaklı. Bilimsel bir buluşun, insanlık için getirdiği büyük yenilik ve yararlıklarının yanında, insanlığa yaşattığı büyük acılar da yok değil. İnsanlığın belleğini alt üst eden, atomun parçalanmasıyla ortaya çıkan enerjiyi ölümcül bir silaha döndürerek, on binlerce insanın yaşamına son veren Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları bunun en çarpıcı, somut iki örneğidir. Felsefi bir düşüncenin, tarafı olunabileceği gibi, karşıtı da bulunacaktır mutlaka. En iyi amaçlarla ortaya çıkan düşünceler bile, belli bir zamandan sonra, ortaya çıkış amaçlarını çok çok aşan tehlikeli düzenlerin yaratılmasına da öncülük ettiği görülmüştür. İnsanlık tarihi, bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Hitler’i nasıl unutabilir insanlık? Şüphesiz ki felsefenin en birincil görevi, problemleri ortadan kaldıracak bir bilinçliliği insana kazandırmaktır. Yani bir diğer deyişle, “aklını kullanabilme cesaretini” insana göstermektir. Bu durumda yaklaşımımız, bakışımız hangi açıdan olursa olsun, mutlaka bir karşıtlıkla burun burunayızdır. Bu da şu demektir: En gelişmiş insan da bile, hazır (potansiyel) bir tehlike vardır. Düşünceyi eyleme dökme sürecinde. Bunlara şunun için deyindim; yukarda da vurgulamıştım: İnsan, sorunlarını aşmada üç temel alan belirlemiştir: “Sanat, bilim ve felsefe” diye. İşte bu üç temel alanda insanın eylemliliği söz konusu edildiğinde, sanat, gerek kendine özgü bir disiplinin oluşu ve gerekse “doğa-insan-yapıt” üçlemesinde bağımlı olduğu kavram/lar, yöntemler, teknikler ve son aşamada uygulamalar açısından, diğer iki disiplinden ayrılmaktadır. Felsefi bir metnin hazırlanışı ve sunuşunda; bilimsel bir deneyin de yine, hazırlık aşamaları, kullanılacak malzemelerin seçimi, deneyin özellikleri, amaçları, hedeflerinin saptanmasında, yöntem ve tekniklerin uygulanışında izlenecek yollar çok doğaldır ki, sanatın baş vurduğu yöntemler ve bağımlı olduğu kavramlar olmayacaktır. Çünkü, “sanatın gönülden bağımlı olduğu tek kavram özgürlüktür” de ondan. Özgürlüğe bu kadar bağımlı, bu kadar özgürlükle iç içe geçmiş bir başka disiplin gösterilebili(ni)r mi? Hiç sanmıyorum. Çünkü sanatın sınırları yoktur. Dolayısıyla da sanatçı bu özgürlüğü kullanabildiği ölçüde, büyük ve kalıcı yapıtlara imza atabilir. Bu yanıyla felsefe ve bilim disiplinlerinden farklılaşan sanat, bu iki disiplinden de oldukça yaralanır. İster bir resim olsun ya da yontu, ister bir müzik bestesi ya da yazınsal bir metin (şiir, öykü, roman, düz yazı vb.) olsun, her bir sanat etkinliği gerçekleştirilirken felsefenin ve bilimin kendisine sunduğu olanakları kullanır; kullanmaktan geri durmaz. Sanatçısı tarafından yaratılmış bir sanat yapıtının “anlamca” dayanaklarını felsefenin kendisinde bulur. Dili unutmamak gerek. Bu süreçte dil, her ne kadar sanat yapıtının “anlamca” çözümlenmesinde ve felsefi temellendirmelerin yapılışında bir araçsa da, asıl amaç olan “anlamın” kolayca açıklanır ve anlaşılır bir metne dönüştürülmesinde bir aydınlatma aracıdır da aslında. Bilimin bir sonucu olan teknoloji/teknik, sanatın baş vurduğu diğer bir araçtır. Kendi iletisini bir sanat nesnesi olarak insana sunma sürecinde.

Bilimin çözümleyici kimi yöntemleri ve teknolojik donanımları, sanatın daha çok insana ulaşmasında başat bir görev üstlenir. Bir yapıtın tıpkıbasımının (röprödüksiyon) çoğaltılıp dağıtılması, herhangi bir sanat olayının kayıtlara alınıp, çok kısa sürede insanlara görsel olarak sunulması, dijital baskı makinelerinin, büyük belgegeçerlerin (faksların), tekniğin en son buluşlarının kullanıldığı matbaaların kullanılması ve daha birçok bilimsel yöntem ve teknik olanakların kullanılarak sanatın daha çok yaygınlaşması, bilinmesi, sanat olaylarına insanların daha çok ilgi göstermesini sağlamıştır. Bütün bu anlattıklarım benim, sanatın, bilim ve felsefeden ayrıştığı noktaların nerede başlayıp nerede bittiğine, örtüşen yanarının ise neler olduğuna dikkat çekmekti.

“Yalnızca halkın şiiri ellerin anısını koruyabilir” diyor Neruda.
Bende şunu ekleyip şöyle demek istiyorum: Halkın şiirleri yalnızca ellerimizin anısını korumakla kalmaz, ellerimizi ve de kalemimizi bütün kirlerden arındırıp dupduru akan bir şiir yazdırır. Aslında Neruda’nın, kendi halk özelinde dile getirip ve hepimizin yüreğine su serptiği bu seslenişinin ardında, benim bu dile getirdiklerimin hepsi var. Çünkü, şairler, ister yaratı anında, ister ortaya çıkardıklarının işçiliğine başladığı atölye çalışmalarında olsun, kendilerini dış dünyaya kapatırken, “(…) halk, çamuruyla, toprağıyla, akarsuyuyla, maden cevherleriyle…” (4) türkülerini yakıp söylemeyi, çanak çömleklerini yapmayı hep sürdürdü, sürdürecek de hep. Bir yandan, kaybettiği eşinin, kardeşinin, yavrusunun, anasının, sevdalısının ardına düşüp ağıtlar yaktı, destanlar, masallar üretti, sevindi türkü yaktı, üzüldü maniler dizdi. Diğer yanda ulusal bayramlarını kutladı, kahramanlarını andı, baskılara, zulümlere, işkenceler, gözaltında kayıplara savaş açtı, hak aradı, düştü, vuruldu, öldü, yakıldı, yıkıldı. Yılmadı, direndi. Yaşama sevincini yitirmeden, umutlarına sarıldı tutundu.

Başlarına geçti birileri. Aldattı, kandırdı, sömürdü, aşağıladı. An oldu copuyla şehirlerde polisini üstüne saldı, gün oldu köyleri yakıp yıktı jandarmasıyla. Evler basıldı, kitaplar yaktırıldı, göz önünde, gözaltında eşleri, çocukları, kardeşleri, sevgilileri öldürüldü. “Ya sabır” deyip bekledi. Sabır taşı yarıldı da ondaki sabır, düşman çatlattı. Korktu, sindi, saklandı, aç susuz kaldı, uykusuz gecelerde sabahladı. Dayandı. “Acıyı bal eyleyip” sırat köprülerinde geçirdiler yaşamalarını. Bana mısın demediler, bunca zulüm, onca işkence, onlarca, yüzlerce, binler, on binlerce kayıplar vermelerine karşın. Ve şairimiz onlara şöyle sesleniyordu “kuvayi milliye/destan” ının girişinde:

“Onlar ki toprakta karınca
suda balık,
havada kuş kadar;
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.


Onlar ki uyup hainin iğvasına
sancaklarını elden yere
düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.



Demir,
kömür,
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
bil cümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

En engin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
(…)”

Bütün bunları onlar, kimsenin yardımı olmadan yapıyordu. Çanakkale’de, Trablusgarp’ta, Yemen çöllerinde, Balkanlarda, Kafkas cephelerinde savaşanlardı onlar. Öz yurdunu, Anadolu’yu “TÜRKİYE”ye döndüren Mustafa Kemal’imizin safında da yer tutandı onlar. Ve bugün, bu kararlı karanlığın üstümüze çullanmasına sebep olanlar da yine onlar. Çünkü filozofsuz bıraktığımız bu halkımızın başına, tabi ki geçecekti şarlatanlar. Ve öyle de oldu. Ama ben yine büyü şairimizin uyarıcılığına baş vurmayı yerinde buluyor ve onca sesleniyorum:

“(…)
kabahat senin
-demeğe dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim
(…)”

Bir şair, doğal olarak bu kaynaktan beslenir ve beslenmek de zorundadır. Şiir, insanın bütün yarattığı güzelliklerin yanında, doğal olarak var olanların da anlamını kendinde barındırır. İnsanın yaktığı türküden, ağıttan, uydurduğu masaldan, söylediği manilerden, yaratıp diyar diyar anlatarak, kuşaklar boyu yaşattığı destanlardan, ekinde, yazıda, yabanda yapıp ettiklerinden, hamur yoğurup ekmek pişirmesinden, beslenmesinden, düğün dernek günlerinden, ölü gömme törenleriden… yani yaşamın bilcümle alanlarından tutun da, yağmura, güneşe, kara, rüzgara, fırtınaya, ağaca, kurda kuşa, çiçeğe böceğe doğada ki her bir şeye açık ve bunlardan beslenen bir şiir, halkın şiiridir ve türküleşerek bin yıllar ötesine taşınır; kuşak kuşak. Biz şair(!) olarak bunlara ne kadar yakın ve bunlardan ne kadar uzakta bir yaşam sürmekteyiz ki; buluşmalarımız kahve köşelerinde ya da sanal ortamlarda oluyor! Peki halk nerede ve kimin peşinde?..

Bir sevdanın, bir halk durumunun ve de duruşunun, sıradan bir insanın gündelik yaşamının içinde yer alanlar, bir türkünün izleğini sürüp ve türküleşen bir içtenliği taşımıyorsa yazılan şiir, ona şiir denilmez. Olsa olsa kişiselliği tatmin eden bir söylenme şeklidir bana göre. Bugünün şiirini doğuran dünün, yani geçmişin şiirinin bilinmesi de yetmiyor, sağlam yapılı bir şiir oluşturmak için. Yani bir diğer deyişle geleneği olmayan şiirin çıkacağı yol, halkın tabanlarını patlattığı ve de tabanlarıyla derin yara izleri bıraktığı yol olmayacaktır, yeni şiirin gittiği yol. Diyalektik bir bütünlük imlemiyorsa, salt günün sıradan tüketim alışkanlıklarına yanıt verecek bir düşünce (ki, buna düşünce denemez) ekseninde dar, sığ, derinlikten, özden yoksun, iki boyutlu bir düzlem içinde anlamsız arayışların bir yönsemesi olarak sunuluyorsa, bu yazılanların, ne evrensel anlamda şiir uygarlığında, yani tarihinde, ne de ulusal şiir geleneği, tarihi bağlamında bir anlamı olacaktır. “Ötekinin” şiiri, “öteki” şiir-MİŞ gibi okunup tüketilecektir. Tıpkı günümüzdeki gibi, satılmış kalemlerinin yazdıklarının roman, şiir, öykü-yMÜŞ aldatmacalarında olduğu gibi. Sözün kısası şu:

Toplumsal temeli, halk kaynağı olmayan bir şiirin ömrü, kumdan şatolar gibidir. En küçük bir deniz devinmesinin yarattığı minnacık su kımıldanışları karşısında aşınacaktır. Ve şiiri oluşturan ve anlamın içinde yer alan diğer izleklere geçmeden bu deyinmeyi Neruda’yla kapatayım istiyorum:

“(…)
Tüm şiiri canlandırması gereken saflığı ve gücü bana armağan edenler onlardır. Onların içinden geçerek dokunuyorum şiirin soyluluğuna, deriden, yeşil yapraklardan, sevinçten oluşmuş yüzeyine.
Onlar halkın şairleridir, gösterişsiz şairler, bana ışığı gösteren.”



30 kasım 2005
Ali Ekber Ataş

Dipnotlar:
(1) Denemeler, Prof. Dr.İsmail Tunalı.
(2)Önce Şiir Vardı, Oktay Akbal
(3)Prof. Dr. İsmail Tunalı, a.g.e.
(4)Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, P. Neruda.
Copyright © ::..OZGUR PENCERE..::::..OZGUR PENCERE..:: Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2006-01-28 ( )









ÇOCUK YARATICILIĞINDA BİR DİL OLARAK RESİM, YAŞANTI OLARAK OYUN - Ali Ekber Ataş
İnceleme

"Çoçuk Yaratıcılığında Bir Dil Olarak RESİM, Yaşantı Olarak OYUN" adlı bu araştırma-inceleme yazım, uzun yıllardır üzerinde çalıştığım "OYUN ve RESİMİN ÇOCUK GELİŞİMİNDEKİ ÖNEMİ" adlı çalışmamın içinden özetlenerek alınmıştır. Sevgiyle. Ali Ekber ATAŞ

ÇOCUK YARATICILIĞINDA BİR DİL OLARAK RESİM,
YAŞANTI OLARAK OYUN...


ALİ EKBER ATAŞ(*)

Hiç düşündünüz mü...
Biz büyüklerin dünyasında çocukların mutsuzluğunu, mutsuz çocukların çokluğunu?
Kendilerini çevreleyen koşulların, önlerinde nasıl da aşılmaz duvarlar ördüğünü?
Bu duvarları aşmanın güçlükleri karşısında çocukların yaşadıkları sıkıntıları, doyurulamayan duygusal dünyalarında yarattığımız düş kırıklıklarını bir düşünün hele?...
Dünyayı kavrayış bilincimizi oluşturan düşüncelerimiz arasında, geleceğimizin temel unsurları olan çocuklarımıza indirdiğimiz darbelerin yarattığı hasar, doğanın, insanda yarattığı hasarlardan daha yıkıcı ve kalıcı etkiler bırakmaktadır. Öyle ya, “Çocuklar geleceğin büyükleridir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ümüz ile “Çocuk geleceğimizi belirler” diyen, Türkçe’nin yaşayan en büyük şairi, F.H. Dağlarca, aynı amaçlarda birleşip aynı hedefi gösteriyorlardı bana sorarsanız: Bilimin yol göstericiliğinde, “bilimi dinden aklı inançtan” kurtarmış() bir toplum yaratmaktı. Ki bunun adı “aydınlanmadır”. Ama bakıyoruz da, 82 yıllık Cumhuriyet tarihimizde yaşanılanlar, hiç de iç açıcı bir görüntü içermiyor ne yazık ki! Bunda “aydınlanmacı” güçlerin büyük bir sorumluluk taşıdıklarını düşünüyorum ben. Mustafa Kemal’imizin bıraktığı Türkiye’de, okul sayısını katlayarak aşan camileşme ve de ümmetleşme çılgınlığı, böylesine ölçüsüzce yaygınlaşmamıştı. Oysa O, “kuldan-köleden bireye, tebadan halka, ümetten ulusa bir değişme ve gelişmenin” tarihini yazmıştı. Şimdi öylemi ya? Yaptırılan her okulun karşısına ya bir cami diktiriliyor ya da caminin bulunduğu bir alanın çok yakınına yaptırılıyor okul. Bu bilinçli, dizgeli, amaçlı ve de hedefine ucun ucun varan bir siyasallaşmanın ve de kararmanın çok ciddi adımlarıdır. Bu biline...

Bu küçük anımsatmadan sonra söylemem gerekenlere gelirsek, şunları diyebilirim:

Biz büyükler, yaşadığımız dünyayı “yalın ve doğal” durumunu yalıtıp, karmaşık ve içinden çıkılamaz bir duruma dönüştürmede inanılmaz derecede bir başarı gösteririz. Çocuklar(ımız) ise, bu karmaşık ve içinden çıkılamaz durumdan, sorunlarla yüzleşip onlarla baş etmenin yol ve yöntemlerini “OYUN ve RESİM” aracılığıyla öğrenirler. Bu süreçte “oyun”, düşsel bir seziştir yaşamın inceliklerini öğrenme konusunda çocuk için. Resim ise, çocukça dünyalarında, yetenek, yaratıcılık, özgürlük ve özgüvenli bir kişilik geliştirip dışlaştırmasında, başvurduğu diğer bir gereksinme aracıdır çocuğun. Sözünü ettiğimiz yaratıcılık, hiç şüphe yok ki, “yeni bir şeye varlık kazandırma ya da varlığa anlam katma” etkinliğinden çok, çocukça bulguların, resmin olanakları (resminin konusu, boya, fırça, kağıt, kalem, çizgi, biçim-form-, leke, renk, farkında olmadan oluşturduğu açık-koyu, ışık-gölge değerleri vb.) içinde, somut bir ifadeye dökülmesinin, bize, görünür-bilinir kılınmasının, özgün ve çocuğa özgü bir resim diliyle kendi dünyasında yaşadıklarını bize anlattığı bir etkinlik olarak düşünülmeli. Çünkü, “yeni bir şeye varlık kazandırma ya da varlığa anlam katma” uğraşımız olan resim yapma isteği (bunu söylerken, çocukların yaptıklarının anlamsız olduğunu vurgulamak istemiyorum. Tam aksine, onların anlamlandırdıklarıyla, bizim anlamdan çıkardıklarımızın birbirinden ayrı şeyler olduğunu söylemek istiyordum) belli okumaların, birikimlerin, yaşanmışlıkların ve bağlantılandırmaların da işin içinde olduğu bu bilinçli etkinliği, bir öze dönüştürmek ve dışlaştırmaktır aslında. Doğrudan bir “bilme”, diğer bir değişle, bilinçlilik egemendir sözünü ettiğimiz yaratıcılıkta. Çocuktaki yaratıcılığa gelince:
Çağrışımların, çok daha başka içsellikler içerdiği (öfke, şiddet, yalnızlık, önemsenmemek,kendini ifadelendirememek, bir yere, bir gruba ait olamamak ya da grup içi iletişim ve etkilenmelerde kendiliğinden bir tavır geliştirememek gibi. Ya da tam da bunların tersi, çok olumlu bir kişilik geliştirebilir) çocukça bir dünyanın, çarpıcı renkler, alabildiğine özgün çizgi ve biçimlere dönüştüğü ve bütün bunların, daha çok duygu boyutunda işlendiği(çocuk tarafından) bir resimsel kurguyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek isterim. Çocuk resimlerinin düşünsel boyutunun, çocuğun birikimlerine ve yaşanmışlıklarına denk düşen bir dilde ele alındığını da gözden kaçırmamak gerek. Bu anlamda çocuk resimlerine bakışımız, onlara eleştirel yaklaşımımız hiç şüphe yok ki, bir ustanın çalışmalarını/resimlerini değerlendirme ölçeklerinde olmayacaktır. Çok daha özel koşullarda ele alınıp değerlendirilmesi gereken resimlerdir çocuk resimleri çünkü...

İnsan, doğası gereği hep bir şeyleri değiştirme, bozup-yapma uğraşı içerisindedir. Bu değişime en zor ayak uyduran da kendisidir yine. Daha doğru bir söylemle, her yenileşme eylemi beraberinde, değişimi de getirdiğinden, buna karşı koyup engelleyenin, yine insanın kendisi oluşu, bir çelişki gibi görünse de bize, işin doğası bunun böyle olduğunu öğretmektedir zamanla insana. Şu yaşadığımız ortamda/dünyada çocuklarımıza sunduğumuz olanaklar ve onlara hazırladığımız geleceği düşündüğümüzde, değişimlerin ve de gelişmelerin olumlu yanlarının çok da iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz.

Bu durumda şu soruyu sormak ve de yanıtını birlikte aramak yerinde olur kanısındayım:
Öyleyse, bütün bunlar olup-biterken, hangi birimiz ya da yapılıp edilenlerin hangi biri, “geleceğimizin büyükleri çocuklarımız” düşünülerek hazırlanmıştır?

Bu ve benzeri sorulara “evet” yanıtını vermek, çok iyimser bir yaklaşım olur(du). Ardımızda yaşanmışlıklar, önümüzde belirsizlikler sürüp giderken, bu gibi soruları daha çok soracağa benzeriz. Kaldı ki, yaşadıklarımızdan da dersler çıkarmaktan hep kaçmışızdır; sorunlarımızın çözümlerini bir başkalarına bırakarak...

Şu portreden çizmeye çalışacağım şu görüntülerin, çocuklar üzerinde nasıl bir etki yarattığını bir düşünmenizi istiyorum: Koca koca ellerimiz (vurdu mu ses getiren, renk veren), iri gövdelerimiz, sert sevimsiz bakışlarımız, çatık kaşlarımız, hiç gülmeyen asık surat ciddiyetimiz ve ürküten bağırış çağırışlarımızla biz büyükler. Karşılarında asla kavrayamayacakları korku salan bir devler dünyası: Yaşadığımız mekanlar, gezdiğimiz alanlar, bindiğimiz arabalar, yürüdüğümüz caddeler, trafik düzenimiz, dolaşmaya çıktığımız sokaklar, inip çıktığımız (ama asla bir daha çıkamadığımız) merdivenlerimiz, oturduğumuz evler, döşediğimiz odalar, hatta çocuklarımızın giydiği elbiseye, odalarına aldığımız mobilyalara kadar her şeyi düşünen(!) bizler... bir düşünün hele. Yeri gelmişken soralım: Kaçımız, çocuklarımızı kendi donanımlarımızla tutsak aldığımızın farkında acaba? Daha da kötüsü, onları, hiç mi hiç önemsemeyip görmezden geldiğimizin?
Doğaldır ki biz büyüklerce tasarlanan bu dünyada çocuk; yalnızca korkuyu, yalnızca boyun eğmeyi, yalnızca sessiz ve uslu durmayı öğrenecektir. Dostluk, arkadaşlık, paylaşım, birine sevgi duyma, güven oluşturma, yardımseverlik, bağımsız hareket edebilme ve özgüven sergileyebilme gibi... insanı kuşatan, insanlaştıran değerlerin ne anlama geldiğini öğren(e)meden, bilmeden, yaşayamadan büyüyüp biz büyüklerin dünyasına karışacak. Kendinden sonra geleceklere de bırakacakları dünya, bizim onlara bıraktığımızdan farklı olmayacaktır. Bu, sözünü ettiğimiz kavramların gerçek anlamlarını öğrenemeyen çocuk; bencillik, hırs, insanı ezen rekabet, kendini beğenmişlik, kısa yoldan köşe dönmek, adam kayırma, iş bitiricilik gibi... “Özalist”, yoz kavramlara sıkı sıkıya sarılacak ve çocukların karşısına acımasız bir büyük olarak dikilecektir. Bütünüyle çocuğun dünyasına aykırı (yalnızca çocuğun mu!) böylesi bir anlayışın egemen/baskın olduğu ortamlarda büyüyen çocuk, ne bu dünyanın insanı olacaktır ne de bu dünyaya güven duyacaktır. Güvensiz bir ortamda, büyüklerle yaşamak zorunda bırakılan çocuk, yabancısı olduğu bu dünyada mutsuz olacaktır. Bu durumda, büyüklerin katı kurallarıyla dolu sıkıcı dünyasından kendisini kurtaracak bir başka ve daha özgür duyumsayacak dünyanın arayışına girer çocuk. Korku ve güvensizliğin egemen olduğu bu ortamdan kurtulmaya yönelik giriştiği çabası, çocuğun, vazgeçemediği iki önemli gıdasına, “Oyun ve Resim.”e yöneltecektir onu:

Oyun, düşsel bir dünyaya yolculuktur, korkunun ve güvensizliğin hüküm sürdüğü bu tip ortamlarda çocuk için. Yarattığı düşsel dünyada, oyunlaştırdığı yaşamıyla bir denge kurmaya çalışacaktır çocuk. “Kişi olarak ben, büyüklerin arasında “yitik” bir varlığım. Beni anlayan, dinleyen, sorularıma doyurucu yanıtlar verecek birine ihtiyaç duyduğum bir zamanda, neden beni görmezden geliyor herkes? Neden söylediklerime kulak verilmiyor, dikkate alınmıyor?” diye kendi kendine sorular sorarak düşünen, öyle duyumsayan (hisseden) çocuk, yarattığı bu düşsel (oyun) dünyanın içinde bütün bu olumsuzluklardan (kısa süreli de olsa) uzaklaşıp kendini yaşar. Anlamlı bir varlık olduğunu duyumsar. Düşsel bir dünyanın hem bir egemeni hem de her güçlüğü yenebilecek bir kahramanıdır artık o. Bu yanıyla çocuk, oyunlaştırıp kurguladığı bu çocukça dünyasında, kendince ürettiği çözümlerle, tüm güçlüklerin üstesinden gelir: Katışıksız bir dünyadır bu. İçinde duruşlarıyla, ilişkileriyle, saf(arı) ve temiz oluşlarıyla yalansız, dolansız yaşar çocuklar. Belki de böyle yaşadıkları içindir ki, kendimize göre yarattığımız bu karmaşık, alabildiğine sorunlarla dolu dünyamız, onları mutsuz etmektedir her zaman. Bundan kurtulmak için de, ya “oyun”a başvurular ya da “resime” yönelirler. Kendilerini mutsuz eden bu karmaşık ve kaba dünyadan ancak resim yaparak ve oyun oynayarak kurtulur çocuk.

“Oyun ve resim”, çocuğun vazgeçilemez iki önemli gıdasıdır. Bu iki önemli olguyla yaşama sarılan çocuk, tutunacak bir başka üçüncü dalın olmadığını da doğası gereği bilir. Doğal gelişimi içinde çocuğun, bu iki önemli gıdasının onun yaşamındaki etkilerine bir bakalım dilerseniz:

Öyleyse nedir “oyun”?
Ya “resim” neyi ifade eder bir çocuk için?
Dilerseniz sorularımızı yanıtlamaya geçmeden önce, çocuklara ilişkin söylenegelen atasözlerimiz ve deyimlerimizden örnekler vererek, daha sonra sözcük anlamına değinip içeriğine ilişkin sorularımızın açıklamasına öyle geçelim.
İşte, alın size çocuklarımıza yönelik dilimize yerleşmiş atasözleri ve deyimlere birkaç örnek:
• Çocukluk etmek (Akılsızca iş yapmak.).
• Çocuk oyuncağı haline getirmek (Bir işi, sık sık yön ve biçim değiştirerek, küçümsenir duruma düşürmek.).
• Çoluk çocuk (İşe aklı ermeyen çocuklar, gençler.).
• Çoluk çocuk elinde kalmak (Deneyimsiz, çok genç kişilerin yönetimi altında yaşar olmak.).
• Çocuğa iş, ardına düş.
• Çocuğa iş buyuran, ardınca kendi gider (Çocuk kendisine ısmarlanan işi beceremez. Onun için arkasından işi buyuran da gitmesi gerekir.).
• Çocuğun bulunduğu yerde dedikodu olmaz (konuşabilen çocuğun bulunduğu yerde dedikodu olmaz. Çocuk bu sözleri başkasına ulaştırabilir (korkusuyla) dedikodu yapılmaz.).
• Çocuğun yediği helal, giydiği haram (Çocuğun iyi beslenmesi için para harcamak yerindedir. Çünkü büyümesi, gelişmesi yemesine bağlıdır. Ama pahalı giysi ile donatılması doğru değildir. Çünkü çocuk giyeceği hor kullanır; kirletir, yırtar. Giysi korunsa bile beş altı ay sonra çocuğa küçük geldiğinden kullanılamaz.).
• Çocuk seversen beşikte koca seversen döşekte (Çocuğu kucağına almadan, beşikte yatarken sev...).
• Çocuktan al haberi (I. Büyükler bir konuyu işlerine geldiği gibi anlatırlar. Çocuk yalan
dolan bilmez. Her şeyi olduğu gibi anlatır. Onun için haberin doğrusu çocuktan alınır.
II. Gizli şeyler çocuğun yanında konuşulursa çocuk bunları öğrenir ve gizlilik
kavramını bilmediğinden, olduğu gibi başkasına söyler.). (*)

Köken olarak ve sözcük anlamına gelince, açıklama olarak şunlar yazılıyor sözcüğün ve kökeninin karşılığında:
OYUN, tr. Oy (çukur)dan oy-un/oyun(gerçek anlamı çukur açma), anlam genişlemesiyle oynamak, biriyle eğlenmek, aldatmak...
Oyun oynamak (eğlenmek, genellikle çocuklarda), oyun oynamak (birini aldatmak, kandırmak, tuzağa düşürmek).
Oyuncu, Oyunbaz, Oyuncak gibi... Değişik anlam genişlemeleriyle birden çok anmlamı hatta mesleği içermesiyle çağrışımları oldukça geniş bir sözcük.
Sözlük anlamıyla oyun, on bir değişik anlamda da olsa, çocuklara ilişkin olanın karşılığında şunlar yazılı: Genellikle çocukların oynadığı, hiçbir çıkara dayanmayan, eğlenceli yarış vb. Bir başka açıklamada da şöyle yazıyor: Kafaca ve bedence yetenekleri geliştirmek ereğiyle yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma. Bir başka anlamı da şaşkınlık verici hüner olarak belirtilmiş...
Bütün bu açılamaların ışığında, bizim üzerinde durduğumuz “oyun” kavramı, insan bilimlerinin bir dalı olan psikolojideki anlamıyla çocuğun gelişimindeki rolünü karşılayan anlamıdır ki, bunu da kısaca şöyle açıklıyor, “NİÇİN OYUN” adlı yapıtında sayın Prof. Dr. Mücella Uluğ: (...)“..oyun yenilik ve değişiklik arzusuna verilen olumlu bir cevap..”(...), (...) “..kendi kendisini eğlendirmesini sağlayan bir araç..”. “..Oyun, çocuğun kendisini, diğerlerini ve çevresindeki eşyaları daha iyi tanımasına yardımcı..” bir araçtır. “Temel olarak, öğrenmeyi öğrenme olanağı verir. Kısaca oyunun kalitesine bağlı olarak, çocuğun zihni, fiziki yeteneği, emosyonel alışkanlıkları ve kişiliği gelişir.”

O halde, böyle bir tanımlamadan yola çıkarak söyleyeceklerimize gelirsek şunları sıralamak gerekir:
Çocuğa özgürlüğünü kazandırmanın, kişiliğini geliştirmenin en temel, en kestirme yollarından biridir oyun. Bunun ilk adımı da çevresindeki mekanı, nesneleri, sesleri doğrudan algılayacak, onlarla birebir etkileşimde bulunacak bir ortam serbestisini yaratmaktır. Zengin oyun çeşitliliğini kendisine sunacak bir olanaklar dizisini oluşturmak ve bunları belli bir dizge bütünlüğü içinde aşama aşama hazırlayarak onu bu sürece katmak bir başka önemli aşamasıdır işin. Çocuk, bu süreçte, sosyal yaşamın inceliklerini öğrenirken, psikolojik (ruhsal), biyolojik ve fiziksel gelişiminde de önemli aşamalar kat eder. Çocuğun hareket alanını genişletmek, koşmasını, eğlenmesini, oyun oynamasına olanak sağlamak gerekir. Çünkü çocuğun bu hareket serbestliği, sürekli devinim içinde bulunması iki açıdan önemlidir: İlki, fiziksel ve biyolojik açıdan, diğeri ise ruhsal, yani psikolojik açıdan gelişimine sağladığı katkılar olarak söyleyebiliriz. “Niçin Oyun” adlı yapıtında, sayın, Prof Dr. Mücella Uluğ, bu konuda şunları yazıyor: Bir yetişkinin gününü belirli faaliyetlerle (çalışmalarla) geçirmesi beklendiği gibi, bir çocuktan da oyun oynaması beklenir. Çocuğun oyunu, verim bakımından yetişkinin çalışmasıyla eşdeğerdedir. Yetişkin çalışarak kazanıyorsa, çocuk da kişilik, beceri ve zeka bütünlüğünü oyun oynayarak geliştirmektedir. Oyun oynamayan veya az oynayan çocuğun ruhsal dengesinden, psikolojik gelişiminden şüphe edilir...”
Fiziksel açıdan oyun, çocuğun, büyük ve küçük kas gelişimine etkiler yaparak, kasların güçlenmesini sağladığı gibi, hareketlerinde de sağlamlığı getirecektir. Biyolojik gelişiminde ki etkisi ise; aldığı besinleri tüketen çocuk, ortaya çıkan enerjisini de bir şekilde boşaltmak, tüketmek durumundadır. Onun için sürekli devinim içinde, büyük bir merak ve özenle çevresinde olup bitenleri ilgiyle izler. Yeni yeni şeyler keşfetmenin mutluluğunu içten içe yaşarken, öte yandan da değişik şeylere yönelmekten geri durmaz. Ruhsal, yani psikolojik gelişiminde ise, kişinin sosyalleşmesi, aidiyet duygusunu kazanması, özgüveninin artması ve kişiliğinin oturmasında da etkili olduğu, bilimsel bir kesinlik artık. Çocuğa sağladığımız oyun alanları ve öğrettiğimiz değişik oyun türleri de bu süreçte pekiştirici bir etki yapacaktır. Sürekli devinim içinde olduğunu, ilgi alanlarının çok değişken ve çok çeşitlilik gösterdiğini bildiğimiz çocuk, büyük bir merakla öğrenme ortamına yönelecektir. Çocuğun, bu ilgi ve yöneliminin önünü tıkayıp ona yasaklar koyduğumuzda, kendisini bulma ve ifadelendirebilme özgürlüğünü, bu özgürlüğü kullanabilme koşullarını da ortadan kaldırmış olacağız böylelikle.

Peki, böylesi bir durumla karşılaşan çocuk ne yapar?
İlk tepkisi ne olur?
Bu ve benzeri sorulara, bir tek nedeni olan yanıtlar vermek olanaksız. Çünkü, çağımız gereği kimi durumların ortaya çıkmasına etkisini düşündüğümüz birçok neden ortadayken, bu sorulara toptan bir yanıt yerine, belli başlı durumları içinde bulunduran kişilik özelliklerini sıralamak yerinde olur. Çağın gereği sarsılmaz denilen birçok değer silinip giderken, yeniliğe kapalı oluşuyla, bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda ya da yarı açık toplumlarda yok olup giden bu değerlerin yerine yenilerinin konulamayışı, belki de yeniliğe tepkili oluşu, aşağıda deyineceğim kimi olumsuz kişilik özelliklerinin çoğalmasına da aynı yönde etki etmektedir, çoğunlukla. Bunlar:

1. Benlik duygusunu kaybetmesi.
2. Kendine olan güvenini yitirmesi.
3. Başkaları, –özellikle anne baba- tarafından sevilmediğini, önemsenmediğini duyumsaması.
4. İçine kapanık, içe dönük bir kişilik geliş(tir)mesi.
5. Grup oyunlarına katılmaktan çekinip tedirginlik duyması.
6. Sürekli hata yapacağım korkusuyla boğuşması.
7. Bildiği halde, öğrenme ortamlarında sorulan sorulara yanıt vermekten kaçınması.
8. Aşağılık duygusu geliştirmesi.
9. Yalanı, kendisini güvende duyumsatıcı bir rol arkadaşı olarak seçmesi ve avuntularla yaşamaya başlaması.
10. “Niye yalan söylüyorsun” dediğinizde, “Ben yalan söylemiyorum, arkadaşım böyle söylememi istedi” ya da “Hayır kardeşim yalan söylüyor. Hiç doğru konuşmuyor...” gibi bahaneler uydurup kendini savunmaya çekmesi.
11. Okul başarısında giderek düşüş gözlenmesi.
12. Oyun arkadaşı çok olmadığından ya da yok denecek kadar az olmasından, gerek dışa dönük yaşamında ve gerekse iç dünyasında çatışmalar yaşamaya başlaması.
13. Sosyalleşemediğinden, aidiyet duygusunu da geliştirememiş olması.
14. Her geçen gün, ilgi alanlarında yalpalamaların artması, gerek okul ve gerekse sıradan etkinliklerinde bile, grup çalışmalarında güvensizlik/özgüven yoksunluğu yaşaması ve sürekli bir seyir izleyen bir verim düşüklüğü yaşaması.
15. İlerleyen yaşlarda, giderek, ya içe kapanık bir yalnızlık yaşaması ya da bu eksikliğini
giderecek yeni arayışlara (sigara,hap,uyuşturucu vb. bağımlı alışkanlıklar edinir)
girişmesi, uygun olmayan ortamlarda bulunması ve bunu bir alışkanlığa dönüştürmesi.

Bu ve benzeri durumların, çağımız gereği çoğalmış olması, şüphesiz ki yalnızca ailenin sorunu olmayacaktır. Gerek çocuğun, gerek okuduğu okulun ve gerekse çevrenin ve de giderek toplumun bir sorunu olduğundan, buna getirilecek çözümün de sorunun parçası gibi duran herkesin çözüm yönünde adım atması gerekmektedir. Çünkü sözünü ettiğimiz ve başlıklar halinde sıralamaya çalıştığım olabilecek ve her zaman karşılaştığımız bu olaylar, tek başına çözümü bulunabilecek sıradan bir durum da değil. Öyleyse bizler, ebeveynler/anne-babalar olarak, çocuğun ilgilerinin çok çeşitlilik, değişkenlik gösterdiği ve çevresinde olup bitenleri büyük bir merakla gözlemlediği bu değişim ve gelişim dönemlerinde daha dikkatli, daha sabırlı, daha olgun ve daha yakınında olduğumuzu duyumsatmalıyız kendisine her an.
Bizi/bizleri, karşısında engel koyan, zorluklar çıkaran, sınırlar çizen, özgürlüklerini daraltan, kişiliğini yok sayan/ezen biri olarak değil; oyunda arkadaş, zorlukları aşmada kendisine yardımcı bir dost, sevgiyle yaklaşan, özgürlüklerini çoğaltan, yeri geldiğinde de kendi olumsuzluklarına dur diyecek biri olarak algılamalı, öyle görmeli çocuklar. Bunu da gösteren biz olmalıyız.

Psikologlar, oyunun çocukta kişilik, beceri, zeka, yaratıcılık ve duygusal doyum gibi, bireysel değerlerin gelişmesinde çok önekli payının olduğunu söylemektedirler.Psikolojik gelişimine de katkı sağladığı bilimsel bir kesinlik artık. Bu konuda, aynı kitabında sayın Uluğ şöyle devam ediyor: “...Psikolojik yapının yanı sıra, biyolojik yapıda da rol oynar. Örneğin çocuklar büyükler kadar uzun süre oturamazlar, ayaklarını sallarlar, topuklarını iskemleye çarparlar, sıçrar, kollarını oynatır,eşyalara dokunur, parmaklarını hareket ettirir veya bazı sesler çıkarırılar.
Bu durum enerji boşalımından çok, gelişim bütünlüğünün yetersizliği ve hareket sisteminin iyi kontrol edilememesindendir. Bu nedenle sık sık satırlar halinde yazı yazmak, dik oturmak, fısıldamak gibi ince ve kusursuz hareket gerektiren faaliyetleri zorlukla geliştirirler. Hareket etmek bir zorlama olmadığı sürece, çocuğa sağlık ve sağlamlık getirir. Kısaca çocuktaki bu kıpırdama hali hareket kontrolünün eksikliğinden doğar. Ve çoğu kez ‘oyun’ diye adlandırılır...”

Antropolojik araştırmaların ortaya koyduğu bulgular, “oyunların” toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya, bölgeden bölgeye çeşitlilik ve şiddetinin değişiklik gösterdiğini belirtmektedir. Gelişmiş ülkelerde (ABD. Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İskandinav ülkeleri vb.) sağlık, eğitim, iyi beslenme ve barınma, düzenli uyku ve kaygısız yaşam, kültürel doygunluk, sosyal yaşam koşullarının tam ve eksiksiz olduğu ortamlarda yaşamlarını sürdüren çocukların, daha çok oyun oynadıkları, oyuna daha fazla zaman ayırıp önem verdikleri gözlemlenmiştir. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde ise, bu koşullardan yoksun yetişen çocukların, hemen hemen yok denecek kadar az oyun oynadıkları bilinmektedir.

Oyun, çocuğun sosyalleşmesinde en önemli özelliklerin başında gelir. Kendi içine kapanık, oyundan ve kendi yaşıtlarından kopuk bir yaşam sürdüren çocuğun sosyalleşmesinden söz edilemez. Çocuk psikiyatristi Dr. Mazlum Çopur, “Çocuk oyunla paylaşmayı öğrenir, bencillikten kurtulur. Kendi haklarını savunmayı, başkalarının haklarına saygı göstermeyi öğrenir” diyor, 1998 yılında Cumhuriyet gazetesinde kendisiyle yapılan kısa söyleşide. Aynı söyleşisinde şöyle devam ediyor sayın Çopur: “...Çocuğu tehlikeli olmadığı sürece müdahele edilmemeli. Ancak yanlış bir şey yaptığında da uyarılmalı. Uyarma kesinlikle bağırma ya da dayakla olmamalı...”
Değişik olanaklar yaratıp yeni oyun alanlarını çocuğa hazırlamak, oyun çeşitliğini artırmak, ona yeni ufukların, yeni dünyaların kapılarını aralamakla eş değerdedir. Bu anlamda çocuğa yaklaşımlarımızda onları anlamak, dinlemek ve onlara yeni koşullar hazırlamanın yanında, yaşamımızı dolduran olayları tüm gerçeklikleri içinde, çarpıtmadan, onların anlayabileceği yalınlıkta oyunlaştırarak onlara anlatmak, kavratmak gerek. Şunu da belirtmeden geçmemeli: Çocuk oyunlarını bizler, pek ciddiye almayız ya da çok mantıklı bulmayız. Her iki anlamda da bu yaklaşımlarımızın hasta, sakat olduğunun kaçımız farkında? Unutmamalı ki çocuklar, çevresinde gelişen olayları büyük bir dikkatle gözlemler ve biz büyüklerin bu olaylar karşısında tavırları, göstereceğimiz davranışları da aynı dikkat ve özenle gözlem yoluyla belleklerine kaydederler. Ve de unutmazlar. Çocuk çevresinde gelişen olayların ayrıntılarıyla pek ilgilenmez. Çok genel hatlarıyla kendi dünyasına denk düşüreceği bir anın fotoğrafıyla ilgilidir o. Bu anı yakaladı mı belleğine yerleştirmekte bizlerden daha ustadırlar, aynı zamanda. Yalınlık, onların en çarpıcı özelikleri olmasının yanında, yalın ve basit olana yönelmelerinde de, yaşamı karmaşık hale getirmeden yaşamakta da bizlerden ustadırlar. Bunu, tüm çıplaklığıyla çocuk resimlerinde gözlemlemek olanaklı: Canlı ve parlak renkler, ayrıntısız yalın çizgiler, kendilerine özgü yaratılan biçimler, kurgusu ve resim düzlemi içinde hiçbir kurala bağlı kalmaksızın, cesur, kışkırtıcı bir görsel dilin aynı yalınlıkta ve ustalıkta betimlediği nesneler, figürler, lekeler,dokular... Bu ve resmi tamamlayan, ona varlık kazandıran, anlam yükleyen benzeri resimsel ögeler, çocukların, olaylar karşısındaki tavır ve davranışlarının biçimlenmesindeki ipuçlarını vermesinin yanında, kişiliklerini buldurmada da etkili yol olmuştur her zaman; kanımca.

Kişilik, özgürlük, yaratıcılık, bağımsız davranabilme, özgüven geliştirme, kendisi ve de çevresiyle barışık yaşayabilme, önderlik yapabilme, gerek bireysel ve gerekse grup içi davranışlarda bütünlüklü bir yapıyı oluşturabilme, kurgulayabilme, bu yapı içerisinde insanlar arası iletişimi güçlü bir hale getirme gibi... Çok çeşitli kişilik özelliklerinin sergilemesinde ve sözünü ettiğimiz bu kavramların oluşmasında, yerleşip gelişmesinde “Resmin Sanatının” önemli bir işlev üstlendiğini düşünüyorum. Çünkü çocuğun daha kalemi eline alır almaz, doğrudan resim sanatıyla kurduğu bağ, onun, yaratıcı bir hayalgücüne, özgüvenli bir kişilik geliştirmesine de olanak sağlamaktadır. Sınırsız bir özgürlük duygusunu hem yaşatmış olması, hem de çocuğa kazandırmasıyla da çocuğun dünyasında inanılmaz bir zenginliğin de ortamını hazırlamaktadır bize göre.

Çok iyi bir resim öğrenimi bile, hayatın derin ve anlamlı akışından uzak, bu anlamı kavrama yetkinliği ve becerisi olmayan kişileri etkilemez.Çağların duyuş, düşünüş yönlerini bilinçle kavrayan ve teknik becerileri gelişkin ressamlar/sanatçılar, yaşadıkları toplumun derin öz ayrıntılarını, varsıl(zengin) geleneksel yöntem ve tekniklerini çalışmalarına aktaranlardır. Bunu da kendi özgünlüklerini koruyarak, toplumsal dönüşümlerini, kendi sanatsal anlayışlarının düşünsel ve felsefi temelleri üstünde kurarak gerçekleştirirler.
Her sanat dalı gibi resim de çağdaşlaşan bir geçmiş ve gelecek bilincine gereksinme duyar. Yerel, bölgesel ve ulusal gelenekler, bu açıdan yaşayan “Çağdaş Resim Sanatına” yeni açılımlar sunar. “Çağdaş Resimde”, yerel ve ulusal biçemlerin(üslupların) ortadan kalktığı, uluslar arası evrensel bir kavrayış ve anlayışın egemen olduğu savı bana göre, yerelden ve ulusaldan kopuşun bir yansıması gibi durmaktadır. Bence, her sanat yapıtı, dolayısıyla sanatçı, yerel ve ulusal kaynaklardan beslenir. Bu kaynakların coğrafi dokusunu, ekinsel(kültürel) sesi ve rengini, yerel ve ulusal biçemlerini(tarzlarını), bir sanatçı olarak hem sanat anlayışında, hem düşünsel dünyasında ve hem de ilklerinde özümseyerek tüm dokusuna işler. Onu evrensele, evrensel bir dil ve kimliğe taşıyan da budur zaten. Bir kültürü, sanat tarzını, sanatçıyı, yapıtını ete kemiğe büründüren (tüm) bu değerleri, kendi yerelliğinden,
coğrafyasından, ulusallığından koparmak, evrensel bir tabana oturtmaya çalışmak, ona evrensel anlamlar yüklemek demek, onu köklerinden koparıp söküp atmak demektir.Çünkü “çağdaş aşama ya da çağdaşlık” diye tanımlaya geldiğimiz gelişme, tam tersine yerel ve ulusal motiflerin, biçemlerin (üslupların), sosyokültürel örüntülerin, yerele ve ulusala özgü dokuların özgün temsilcisi olan bireyleri tarihsel ve ulusal yaratışı doğrulamak, geliştirmek ve genişletmek bilinçlendirmiştir.
Resim yapma insanda güçlü bir içtepinin (isteğin) dışa vurumu olarak ortaya çıkar ilkin.Bu isteğin, belki de en önemli özelliği çocuklarda görülmesi ve sık sık yinelenmesidir. Çocuklar varolanları bozmak ve kendi dünyalarındakini onun yerine koymak, yeniden yapmak gibi katışıksız bir duyarlıkla gerçekleştirirler tüm bunları. Rengi ve çizgiyi çok yalın, çarpıcı sembollere / imgelere dönüştürmede büyük ustalık ve başarı gösterirler.
Sezer Tansuğ, “Çocuklar ustalığın zahmetini çekmeden birer ustadırlar” diye derken, vurgulamak istediğimiz düşüncemizi, çocuklardaki duyarlığı anlatmaya çalışıyordu aslında. Bizlerde “gerçekle düş” yan yana, birbirine kapalı, ama aynı çizginin iki ayrı yanı olarak dursalar da çocuklarda bu, çok daha açık ve belirgindir.Kendi resimlerimizde kimi zaman bir su imgesine dönüşen çizgi,çocuklarda olağanüstü bir dünyanın dışa vurumu olarak, çok rahatça dinlenilebilir, anlaşılır sözcükler olarak resimlerinde yansıtabiliyorlar; çoğunlukla. Belki de bunu, çocukların çevrelerini algılamada çok “kendi oluşları”, bu “kendiliklerini” çevreleriyle birlikte resimlerine aktarmalarında çok rahat oluşlarındaki ustalığa bağlamak gerek. Bunda resimsel kurguların, tekniklerin ve bu kurgulamalara dayanan anlatımların çok ötesinde, kendi dünyalarında imgelerle düşünüyor olmaları, çocukların özgür duyuşları ve “ben” oluşları çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun böyle olduğunun örneklerine Resim Sanatı Tarihi içinde rastlamak olanaklı: İşte, Kandinsky, Kasimir Malevich, David Huckney, Miro, Picasso, Braque, Klee… bunların en iyi örnekleridirler. Adı geçen sanatçılar bu duyarlıkları oldukça başarıyla yansıtmışlardır yapıtlarında. Biraz önce izlediğimiz saydam (slayt) gösteride olduğu gibi.

Resim Sanatı Tarihi içinde, nice ressam, sanatçı bu çocuk içtenliğini ve kendiliğindenliğini yakalamak için çabalamış, ama bilinçle saf yalınlığa, katışıksız yalınlığa ulaşan ustaların dışında bir çoğu, başarısız olmuştur. Çünkü bilinç, çocukça duyarlığın, yalınlığın katışıksızlığın üstünü örten, onu görülmez kılan bir sis tabakası gibidir. Dağılmasını beklemek çok uzun bir süreci gerektirebilir. Öyle ki bu, saf, katışıksız duyarlık ve yalınlığı yakalamak hiçte göründüğü kadar kolay olmayabilir. Devamlılık gerektiren uzun ve süreli yoğun bir çaba, birikim, nitelik, yaratıcılık, bilgi ve zaman…Bu şu demek : Tüm belleği ve bilinci silmek yeniden çocuk olmak, çocukça şeyleri duymak / duyumsamak; çocuksu bir duyarlığı yeni baştan yaşamak ve yaratmak demektir. Bunun içindir ki, bunu çok az usta başarabilmiştir.

Çocuklar, bulundukları ortamlarda / çevrede, yaşadıkları kimi olaylar karşısında sergileyip geliştirdikleri tepkiler, yine resimlerinde olduğu gibi kesin ifadeler içeren, net, açık, yalın ama olabildiğince duyarlı, çok çabuk kırılganlık gösteren, içtenlikli, bir o kadar da çabuk unutulabilen tepkilerdir bunlar. Bizler; nesnelerden, olaylardan, kısacası dış dünyadan aldığımız duyumları, yaşam deneyimimizle harmanlayıp bilinçli birer sanat etkinliğine dönüştürürken, çocuklarda bu, olayları algılama ve karşı tepki oluşturma (ya hepten benimseme ya da hep reddetme) şeklinde olur. Bu ‘karşı durma ve hepten benimseme’, bilinçli bir bütünlük gerektiren kavrayıştan çok, çocuksu doğasının aşırı duyarlı oluşundan kaynaklanan bir davranış biçimi olarak çıkar karşımıza. Bunun içindir ki, bütün bunlardan etkilenmeleri de aynı şiddet ve yoğunlukta, toptan bir tavır geliştirme biçiminde olmaktadır. Örneğin: Olumsuz bir davranışın bizi etkilerken, davranışı yapan kişinin bunu niye yaptığını düşünmeye/anlamaya çalışırız. Kendi içimizde bunun gerekçelerini tartışmaya, bu davranışı, karşılığı olan uygun bir kalıba oturtmaya çalışırız. Davranışın ‘neden’leri, ‘niçin’leri, ‘nasıl’ları, ‘niye oldu’ları üstüne bir yığın düşünme egzersizleri yaparız. Olmadı, yapan kişiden, insancıl ölçüler içinde kalarak bunun gerekçelerini bize açıklamasını isteriz. Olayların ve hayatın karmaşık yapısı, sanatçının (ressamın) dünyasını, bizlerin yaşantılarını bulanıklaştırırken, bu karmaşık olaylar dizisi çocukta, çok daha başka algıları, çağrışımları, yönelimleri, sezgi ve duyuşları anıştırmaktadır. Bu algılar, duyuşlar, yönelimler, çağrışımlar belli sembollerle, belli çizgisel ifadelere, renksel lekelere, kendine özgü biçemsel (üslup) kompozisyon kurgulamalarına aktarılarak resmedilir, çocuk tarafından. Kimi çocuklar saatlerce bir resmin başında hiç bıkmadan, usanmadan kalabilirler. O an dış dünyayla bağları kopmuş gibi görünse de (sizi yanıltmasın bu), bir yandan resmini yaparken öte yandan sizinle ilgilidir. Tepkilerinizi gözlüyordur. Pencereden dışarıyı, bulutları, kuşları seyrediyordur. Resminden asla uzaklaşmamıştır ama. Resmin konusu olan olaylarla baş başadır. Olayların akışına bırakmıştır kendisini kimi zaman. Kimi zamansa olayları yaratan kahramandır. Yeni ufukların keşfine çıkmış, yeni dünyaların yolculuğunu yapmaktadır. Büyüklerin sıkıcı dünyasından kurtulmuş olmanın mutluluğuyla baş başadır. Renkleri, biçimleri, çizgileri, figürleri ile resminde yarattığı düşsel öykünün içindedir. Çocuğun, kendisini sınırlayan katı yaşam kurallarıyla örülü gerçekliklerinden kısa süreli de olsa koparak kendi gerçekliğini, özgün bir resim diline dönüştürerek, yine resmin olanakları içinde bize sunmuş olmasını çok önemsemek gerekir. Onun, yaşamı ne derece içselleştirdiğinin ve nasıl ciddiye aldığının; çok yalın, çarpıcı, yalansız, dolansız ve çıkarsız bir şekilde yaptığının bir ifade edişi, kendince dile getiriliş biçimi olarak görmeli bunu. Böylesi bir yoğunlaşmayı yaşayan çocuğun psikolojisini (ruhsal durumunu) yakından gözlemleyenler bilir. Öncelikle büyüklerin yaptığı işlere eş değerde bir iş yapmış olmasının, bunu başarmış olmasının haklı gururunu yaşamaktadır. Gözleri ışıl ışıldır. Yüzündeki gülümseme yaşadığı haklı gururun yansıması olarak çizgiye dönüşen, renge bulaşan ve kendince anlamlar bularak kavramlaştırıp kurguladığı bu dünya, başkalaştırdığı bir başka dünyadır; çocuksu duyarlıkların denizinde yıkanan. İçinde bulunduğu durum onun tüm gerçeklerden, büyüklerin karmaşık ve sıkıcı ortamlarından kurtulmasının ruhsal bir boşalımıdır da aynı zamanda...

Yaşamın yorgunlukları karşısında insan, kendisini resmin olanakları içinde dinlendirir. Çocuk bu dinlenmeyi en yoğun şekliyle yaşayanların başında gelir. Çoğunlukla, kendisini büyüklerine anlatmakta zorlanan, dinletemeyen çocuklar, incinmiş duygularını yaptığı resimler ve oynadığı oyunlarla onarma yoluna gider(ler). Çocukların bu duyarlı durumlarına ilgisiz kalan bizler, anne-babalar olarak onları anlamak, dinlemek, sorularına sabırla yanıtlar vermek zorundayız. Çocuklar, kendi sorunlarıyla baş etmeyi, bu iki önemli etkinlik içinde kalarak öğrenirler. Onları, sorunlarıyla yüzleştirmek, baş başa bırakmak tabi ki bir çözüm yoludur. Ancak unutmamalı ki, biz yetişkinler bile en basit sorun karşısında bile zorlanırken, onlardan olgun biriymiş gibi çözüme yönelmelerini, çözüm üretmelerini beklemek kanımca haksızlık olurdu. Duyarsız olmamız, çoğunlukla da kaba ve anlayışsız davranmamızın bir sonucu olan kötü alışkanlıklar ve uygunsuz ortamlar, çocuklarımızın nasıl bir tehlikeyle burun buruna geldiğini göstermiyor mu dersiniz bizlere? Gün geçmiyor ki, bunun canlı örneklerini görüp yaşamayalım. İşte, çocuğun ele alıp işlediği bu ve benzeri davranış ve tutumlarımız, onun, usta işi resimlerinin konusunu oluşturmaktadır. Bize yönelik gizli (içselleştirilmiş bir davranış olarak düşünmek istiyorum bunu) bir tepkinin olağan ve doğal olarak bir geri bildirimi, çocukça bir manifestosudur da diyebiliriz. Bu türden, içinde çocuksu duyarlığın, duru ve dolaysız anlatımını barındırmasından dolayı. Ustalıklarını çok çarpıcı bir biçimde yansıtırlar. Bunu konunun uzmanları çok daha iyi bilirler.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: Ruhsal bozuklukların iyileştirilmesinde sıkça başvurulan yöntemlerin başında, hasta kişileri resme yöneltmek gelir. Böylelikle ruhsal bunalımlar resim diline aktarılarak çözümlenebilmektedir. Bu anlamda “psiko-patolojik” resimler, bir bakıma çocuk ve ilkel insan resimleriyle de ilintilidir. Resimlerinde renk, çizgi ve biçime dönüşen anlatımlar, kimi ruhsal problemlerin kökeninin çocukluğa kadar uzandığını gösterir bizlere. Psikoloji bilimi ve psikologlar, “psiko-patolojik” resimlere, resim tarihine yön veren sanat akımlarına verdikleri önemi vermektedirler.Bu resimlerin tanımlandığı özgün diliyle söylersek “Psych Art” adı, “Pop Art, Op Art”(**) gibi bazı modern sanat akımlarının da adını çağrıştırır.Bu tür resimler (Psiko-patolojik), aslında, trajik bir özün yansıması olarak ortaya çıkar. Oysa çocuk ve ilkel insanın dünyasında dışa yansıyan, katışıksız yalınlıktır. Psiko-patolojik resimlerde bu rahatlık ve yalınlık görülmez. Hasta kişi (resmin sahibi) içinde yaşadığı bunalımları resim diline aktarırken tarz, yöntem ve kimi resimsel olguları aktarmada diğerlerinden ayrılır. Biz o resmi izlerken, bir çocuğun resmindeki, bir mağara duvarı ya da geniş bir kaya yüzeyine çizilen resimdeki ya da ağaçtan oyulmuş bir büyü maskındaki rahatlığı, çocuksu yalınlığı, kendiliğindenliği bulamayız. Karşımızda duran resimden edindiğimiz izlenim; biçimleri, renkleri, çizgileri, fırça sürüşleriyle, tuval üzerinde oluşturduğu dokusal etki, kompozisyon kurgusuyla, resmi yapanın ruhsal durumunu çok çarpıcı biçimde ortaya koymasındaki ustalığıdır ; çocuğun...

Bu bağlamda sanatçının da iyi bir psikolog olarak görülmesinin, düşünülmesinin etik bir sorun oluşturacağını düşünmüyorum. Bu yakınlık ve paralelliklerini de göz önüne alarak, çocukları anlamanın, onlara ulaşmanın en kestirme yolu ve sergilenecek en doğru yaklaşım, onun resim dilini izlemekten ve ona, oyunda arkadaş olmaktan geçer. Onları tanıyabilmenin, anlayabilmenin, dünyalarını keşfedebilmenin bir üçüncü yolu yoktur; “Resim ve Oyun”un dışında. Çünkü “Resim ve Oyun” kişilik, özgürlük, yetenek yaratıcılık, sosyalleşme, aidiyet duygusu, özgüven, ruhsal, fiziksel ve biyolojik gelişmelerinin tamamlanması ve kazanılmasında etkili, iki vazgeçilemez yaşam kaynağıdır çocuğun. (**)


(*) Resim öğretmeni, eğitimci yazar
(**) Lekecilik ve hareket resmine karşı 1960’tan itibaren optik sanat anlamına gelen Op-art gelişti. Bu anlayışta, sanat yapıtını kurallarla bilimsel olarak düzenleme önem kazanmıştır. Rastlantıya dayanan içgüdüsel otomatik yazı resmi (iç güdüsel non-figüratif), bu anlayışın tam karşıtı olmaktadır. Op-art, resimde üçüncü boyut etkisini verme eğiliminin soyut sanatta ortaya çıkan şeklidir. Bunu için geometrik biçimler ritmik biçimde düzenlenmi,ş ve bu biçimler üzerinde renkle modle yapılmıştır. Op-art, çağdaş endüstriyle birlikte mekaniğin de yardımıyla dekorasyonda ve modanın sunuluşunda, geniş uygulama alanı buldu... ( Daha geniş bilgi için, A. Turani’nin Sanat Terimleri Sözlüğüne bakınız; Remzi Kitapevi.)
(**) Bu metin, “OYUN-RESİM-ÇOCUK” üzerine çalışmalarını ve araştırmalarını yaptığım, adı geçen kitapta yer alacak bölümlerden biri. Özel Marmara Eğitim Kurumları Yerleşkesi’nde, Marmara Koleji’nin , 26 Mart 2005 Cumartesi günü düzenlediği “Sosyal Bilimler: Felsefe Günü”nde sunumunu yaptığım konuşmanın metnidir.


KAYNAKÇA:

Breht, B.,(Ksım1997): Sanat Üzerine Yazılar, Türkçesi: Şipal, K. Cem Kültür, İstanbul.
Dodson, Dr. F.,(Şubat, 1990): Çocuk Yaşken Eğilir, Türkçesi: Selvi, S. Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul.
Erinç, S. M. Prof. Dr., (Ankara, 1998): Sanat Psikolojisi’ne Giriş, Ayraç, Ankara.
İpşiroğlu,N./M. (1993): Sanatta Devrim, Remzi Kitapevi , İstanbul.
Kehnemuyi, Z. (Temmuz, 2002): Çocuğun Görsel Sanat Eğitimi, Y.K.Y. , İstanbul.
Tansuğ S. (Mart, 1976): Sanata Yaklaşım, Künmat Yayınları, İstanbul.
Tunalı, İ. Prof. D.r.(İstanbul, 1980): Denemeler, Formül Matbaası, İstanbul.
Turani, A. (Aralık, 1995): Sanat Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul.
Uluğ, m. O. Prof. Dr.(1997): Niçin Oyun? Göçebe Yayınları, İstanbul.
Ünver, E. (Eylül, 2002): Sanat Eğitimi, Nobel, Ankara.
Yavuzer, H. Prof. Dr. (1992): Resimleriyle Çocuk, Remzi Kitapevi, İstanbul.
Copyright © ::..OZGUR PENCERE..::::..OZGUR PENCERE..:: Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2006-01-28 ( )










KURTUL DA GÜL -- Ali Ekber Ataş
Şiir
kurtul da gül

a. izci’ye

ne ki
yaprak dedi
kulağım dalda
bi baktı ki
çoktandır dadanmış
bahar dallarda

gürül de gürül
gürül de gürül

şşşşiii
heeey
koca gövde
uyan sen
gürle sen de
biz de kurtulsak

dal
yaprak
ve ağaç
ille de çiçek
topraknan güleşecek
ki
gürül de gürül
gürül de gürül

şşşşiii
gürle de kurtul
durul


alda çiçek
nesi var nesi yok
apar topar
tomurlanıp
tomar tomar
tüm börtü böcek
seyredecek
diye
tepeden toprağa
koca gövdesiyle
yaşlı mı yaşlı ağaç
öyle bir açmış ki
tomur tomur
“pürü pak”

gürül de gürül
gürül de gürül

meğerse
bu bahar
hınzırlığına açmış
gönlünce ak(acak)mış
pek de yamanmış

gürül de gürül
gürül de gürül

“bu davet bizim”
bu davet hepinize
bu sevda hepimizin
o halde
gürle de kurtul
kurtul da gül

gürül gürül




10 mart 2002/30 haziran 2005

Yunan Şiirinin Kırılgan, Lirik Sesi Sappho Üstüne, Kendimce Küçük Bir Deneme…(*)

Ali Ekber ATAŞ


Yaşamöyküsü…

İ.Ö.7 yy sonları ile 6 yy başlarında, Midilli adasında yaşayan Sappho, Eusebius’a göre, 45. Olimpiyatın 2. yılında (İ.Ö. 600-599) en verimli çağını yaşamış.
Tarihin bilinen ilk kadın şairi olan Sappho, aynı zamanda ilk şiir okulunun da kurucusudur. İşin daha da ilginç yanı, bu okulun öğrencilerinin tamamının kızlardan oluşmasıdır.
Sappho şiirlerinde, okulun öğrencilerinin adlarını kullanmaktan çekinmemiştir. Buradan bakıldığında bu olay sıradanmış gibi algılanabilir, ancak kendi dönemi içinde bakıldığında cesurca bir iş yaptığı kesin. Örneğin: Kleis (kızıdır), Anaktoraia, Gyrinna, Attis gibi. Bir başka önemli yanı da bu okulun, aynı zamanda dans ve müzik dersleri de vermesidir.
Tarihin her döneminde rastladığımız, gerek kişisel ve gerekse toplumsal çekişmelerin, söylentilerin, Sappho’nun yaşadığı dönemde de var olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Ünlüler arasında, konu alan bu tür söylentiler, Sappho için de yapılmış o dönemde. Hakkında ortaya atılan eşcinsel söylentilerinin temel dayanağını ise, kurduğu bu okul ve okulun öğrencileriyle olan ilişkileri oluşturmaktadır.
Sappho’nun yaşadığı çağ, çok önemli bir toplumsal gerçeği zorunlu kılıyordu. Bu gerçekliğe ileride döneceğim. Ondan önce Sappho hakkında biraz daha değinide bulunmak gerek.
Sappho, çağımızın en önemli ve en büyük sorunlarından biri olan “kadın sorununu”, kendi dönemi içinde ve kendi yerelindeki tartışmalara katılarak, ilk dile getiren kadın şairdir. Adadaki siyasal tartışmaların bir kadın kahramanı olan Sappho, muhalif bir ses olmasından ötürü, yaşadığı dönemde tehlikeli bulunarak Sicilya adasına sürülüyor. Öyle ki, tarihin ilk okullarından biri olan “şiir okulunu” da, bu sürgün dönüşünde Midilli (Lesbos) adasında kurduğu yazılmaktadır kaynaklarda.
9 şiir kitabının bulunduğu, ancak, bunlardan günümüze yalnızca 630 dizesinin kaldığını olmasını düşünecek olursak, baskıların tarihsel bir gelişim gösterdiğini de söyleyebiliriz. Ki, her dönem aynı yoğunlukta yaşandığı da ortadayken.
Bu dokuz şiir kitabının ilkinin 1320 dizeden, on şiirlik sonuncu kitabın ise, 136 dizeden oluştuğu bilinmektedir. Ne var ki, bu dokuz kitaptan günümüze 630 dizenin kalmış olmasının nedenleri üstünde, sesli düşünmek istersek, şöyle bir genelleme yapmamıza sanırım kimse karşı çıkmayacaktır:
Dize sayıları bilinen bu iki kitabın dışında kalan yedi kitabın da, her birinin ortalama yüz elli dizeden oluştuğunu düşünürsek, 1050 dize eder. Toplam üç bin dokuz yüz dizelik bir destanın kaybedilişinden söz ediyoruz burada. Dönem, M.Ö. 7. yy sonrası ile 6. yy başları. Günümüzden yaklaşık 2600 yıl öncesindeki baskıların, aynı tarihsel süreçler izleyerek ve hatta yoğunluğunu artırarak sürdürdüğüne tanık oluyoruz hala. Sappho yaşadığı dönemde düzen karşıtı söylemleriyle tehlikeli bir şair olarak görüldüğünden, sürgüne gönderildiği yıllarda demek oluyor ki, bu, şiirlerinin yaklaşık dörtte üçü (3300 dize) yok ediliyor.
Burada Sappho’ya yeniden dönmek üzere, konumuzla bir bağdaşıklık oluşturacağını düşündüğüm, bizden iki önemli örnekle devam etmek istiyorum konuşmama:
Görünen o ki, insanlık tarihi boyunca baskılar hiç eksilmeden, artarak devam etmiş ve günümüze kadar gelebilmiş. Aynı tarihsel yanlışların ve şiddetin sürdürüldüğünün açık kanıtı olan bu durum, aynı zamanda bizim, Toplumsalcı Gerçekçi şiirimizin öncüsü, evrensel şairimiz Nazım Hikmet ve Enver Gökçe için de geçerliğini en acımasızca sürdürerek korumuştur. Egemen anlayışlar, ne yazık ki çok acımasız olmuşlardır şairlere karşı. Nazım Hikmet’in, 66 bin dizeden oluştuğu bilenen Kuvayi Milliye Destanı’ndan, 46 bin dizelik bölümü, ne yazık ki kayıptır (**). Ve hâlâ da bulunamamıştır. Kim bilir, beklide bir yerlerde birilerinin ellerinde duruyordur bu şiirin diğer bölümleri. Aynı durum, Enver Gökçe için de söz konusudur. Onun da, hepinizin bildiği gibi, 30 bölümden oluşan “Yusuf İle Balaban Destanı”ndan, yalnızca elimizde, “Başlangıç” ile üç parça; “Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür ve Kirtim Kirt” bölümleri kalmıştır.
Şimdi burada en can alıcı soruyu sorup, bu konudaki sessizliği bozmak, susanların üzerindeki ölü topraklarını silkelemelerini isteyecek tartışmayı başlatmak gerek, diye düşünüyorum.
Bu, her iki büyük şairimizin, yakın dostlarının, elden ele dolaştırdıkları şiirlerine sahip çıkamamalarının gerekçesi salt korku olabilir mi dersiniz?
Örneğin, Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”nı teslim alanların, destanın büyük bir bölümünü, neredeyse dörtte üçlük bölümünü, “ne yaptıkları ve nasıl kaybettikleri” konusu hâlâ belirsizliğini korurken ve de bunun peşine düşülmezken, bizlerin, Nazım Hikmet adına nutuk atma hakkımızın olduğunu kim söyleyebilir?
Bu sorun açıklığa kavuşturulmadıkça, Nazım Hikmet adına girişilen her çaba, gelişimini tamamlayamamış bir bebeğin erken doğumu olacaktır. Hep özel bakımda kalacak ve gelişmesinin tamamlanması beklenecek. Dahası, Nazım Hikmet’in varislerinin, adına vakıf ve kültür merkezleri kuranların, neden bu kayıp şiirlerin peşine düşmediklerini ise, anlamış değilim; anlamakta da güçlük çekiyorum.
En azından bu konuda bir kampanya başlatılamaz mı?
Eskilerin demesiyle bu “muamma” bir durum olmayı sürdürüyor ve de sürdüreceğe benziyor.
Peki Nazım Hikmet bunu hak ediyor mu?
Ya susanlar; niye sustuklarını, neden konuşmadıklarını açıklayabiliyorlar mı?
Aynı sorun Enver Gökçe için de geçerliğini ve de güncelliğini kaybetmeden koruyor. Onun da 30 bölümlük “Yusuf İle Balaban Destan”ından kala kala üç dört parçadan oluşan şiirler kalmış. Oysa bu destanı Enver Gökçe, hangi koşullarda yazdığını, dışarı çıkarmak için de, neleri göze aldığını anlatır yaşamöyküsünün satır aralarında. Destanı, o yıllar, hapishane arkadaşlarının hemen hepsi, Orhan Süda’dan Arif Damar’a, Hilmi Akın’dan Arif Ünal’a (Arif) herkes okumuştur. Ama, ne yazık ki, Gökçe’nin, içeride kılı kırk yararcasına saklayıp dışarıya uçurduğu destan, dışarıda aynı titizlik gösterilerek korunamamıştır ve destan kaybolmuş; deyim yerindeyse, sırra kadem basmış, yitip gitmiştir. Sonrasında da, ne kendisi düşmüştür peşine ne de olayın tanıkları konuşmuşlardır.
Burada sorun, hep aynı:
Baskıların tarihsel bir süreç izlemesi ve bu süreçte baskıya uğrayanların ise, yine ne yazık ki, mevcut düzenin karşısında olanların başında şairlerin gelmesini, neredeyse yazgısal bir durum gibi kabul edilmektedir. Öyle ki, şairlere yapılabilecek en büyük kötülük, şiirlerini yok etmek olmuştur. Bunun değişik yol ve yöntemleri vardır. Kimi zaman, belki de çoğu zaman, polisiye yöntemlerle. Olmadı, şairin yakınlarına ulaşıp, yakınlarından birilerini, şu ya da bu şekilde, köşeye sıkıştırılması şeklinde, tehditlere varana dek sindirme yöntemleriyle yapılabiliyor. İçeri alınmalar, gözaltılar da işkenceler. Bir başka yöntem de hırsızlık.
Öyle ya da böyle, uygulanan her baskı yöntemi, istenilen sonuçları veriyor çoğunlukla. Dün Sappho’ya yapılanlar, ondan 2600 yıl sonra bizde Nazım’a, Gökçe’ye, ve daha başkalarına yapılabiliyor. İşte burada durup, tüm bu olup bitenler karşısında sessizliğini koruyanları suçlamaktan çok, öncelikle olayın canlı tanıklarına “neden başvurulmadığı, niçin dinlenilmedikleri, yazdıklarına neden gereken dikkat ve özen gösterilemediği ve niye önem verilmediği” sorularını herkesin kendisine sorması gerekiyor, bana sorarsanız.
Sappho’ya yeniden dönersek, onun kişiliği ve şiirleri üstüne, İskenderiye okulu döneminde incelemeler yayımlanmış olduğunu öğreniyoruz kaynaklardan. Çağının yüzden fazla yazarı, adını ve şiirlerini anmıştır. Dahası, sürgüne gönderilen Sappho’nun, üzerinde resminin bulunduğu paralar basılmış, seramikler ve resimler yapılmıştır.
Latin şairi Ovisdius’tan öğrendiğimize göre, umutsuz bir aşkın sonunda kendisini, Midilli (Lespos) kayalıklarından atarak öldürmüştür. Ölümü üstüne ileri sürülen neden ve düşüncelerin temel dayanakları ise şiirlerinde aranmıştır. Şiirlerinde aşırı dokunaklı ve acıklı durumları anlatan dizelere yer vermiş olması, bu düşünceyi güçlendirmektedir. Ne var ki, bu savın yanlışlığı ortaya çıkmış ve bu bilginin doğruluğu genel kabul görmemiştir. Bir diğer bilgi de, Sappho’nun evli olduğu ve Kleis adında bir kızının bulunduğudur. Kleis adı şiirlerinde de geçmektedir.

Yaşadığı Çağ…

İnsanı, yaşadığı çağdan soyutlayamayacağımıza göre, şairi de, çağının büyük bir tanığı olarak görmek gerek. Yukarıda da kısaca değinmiştim, yaşadığı çağda bir ikiliğin egemen olduğuna. Şimdi bunu açmak istiyorum:
Bu ikilik, Sparta ve Atina devletlerinden kaynaklanmaktadır. Bir yanda toplu bir yaşamın sürdüğü ve herkesin herkes olduğu bir düzen, öte yanda “birey bilincinin” öne çıkarıldığı, günümüz söylemiyle dersek daha çağdaş, bir yaşamın egemen olduğu bir kent devleti. Sparta’daki yaşam daha toplumcuru. İnsanlar tek tek değil, iç içe ve topluluk içinde yaşamaktadırlar. Atina devletinde ise tam tersi bir durum yaşanmaktadır. Atina devletinde o sıra büyük bir devrim yaşanmaktadır. Bu büyük devrim “birey bilincinin ortaya çıkması”dır. Bugün, çok sıradan gelse de bize bu olgu, o dönem, o çağ için çok ilerde ve çok önemli, büyük bir değişim ve dönüşüm olayıdır. Bu bilincin doğmasında coğrafyanın, yani Yunan coğrafyasının dağlık yapısı da etkili olmuştur. Bugün Atina’nın demokrasinin beşiği sayılması, bu bilincin ortaya çıkmasına borçludur. Şöyle de denilebilir:
Avrupa uygarlığının evrim başlangıcının 6. yüzyıla dayandırılması da bunu göstermekte, bu düşünceyi doğrulamaktadır sanırım.
Dönemi kendi içinde değerlendirecek olursak, birey bilincinin ortaya çıkışını şöyle görüp açıklamak olanaklı:
İnsanı, ilk elden, yaşadığı çevre koşulları belirler. Bu yaşayış ve düşünüş olanaklarından kendi bilinci ve istenciyle (irade) sıyrılır insan. Yeni gereksinmelerine uygun, yeni yaşayış ve düşünüş biçimlerini, yine kendisinde yaratmasını, “birey bilincinin ortaya çıkması”nın bir uzantısı olarak görebiliriz. Çağdaş (modern) anlamda, bir amaç çevresinde buluşup toplanma, birleşip kenetlenme yetkinliğine erişmesi insanın, kişisel olgunluğunu ve yetkinleşmesini hızlandırmıştır, şeklinde de yorumlayabiliriz, bu bilincin doğmasını.
Yukarıda değinip geçtiğimiz, “toplumsal gerçeğe” gelirsek:
Sappho’nun kurduğu “şiir okulu”nun kızlardan oluşmasının asıl nedeni olan bu “toplumsal gerçek”, kadın ve erkek evrelerinin ayrılığıdır. Çağın gereği, kadınların evlenmeden de çocuk yapmaları doğaldır, ancak, kadın ve erkek arasında bir düşünce bağı, bir tinsel alış-veriş yoktur. Kadın, erkek topluluğuna “flütçü kız” olarak girer yalnızca.
Bu toplumsal gerçek, yani “kadın erkek” ayrılığı, 5. ve 4. yüzyılda görülüyor. Yüzyılın bu egemen anlayışı düşünüldüğünde, Sokrates’in, Platon’un çevresinde bir kadının düşünülmesi olanaksız gibidir. Kadınlar özgürdür, ama yaşayışlarının ve düşüncelerinin çağdaş bir çerçeveye, görünüşe oturmadığı çok rahatlıkla görülmektedir…




Yunan Şiiri ve Sappho Gerçekliği…

Üç büyük aşamanın göze çarptığını görürüz, Yunan şiirinde. Bunlar:
1. Destan Şiir; Homeros vb.
2. Lirik Şiir; ki, Sappho doruğudur bu şiirin.
3. Tragedyalardır; tragedyalar doğrudan Sappho’dan etkilenmiştir…
Bu gelişim ve değişim dönemleri, aynı zamanda dünya şiirini de etkilemiştir. Özellikle Homeros ve Sappho’dan oldukça yararlanmışlardır.
Buradan, “Destan Şiir”den “Lirik”e geçiş konusunda birkaç önemli noktaya vurgu yapmak isterim:
Homeros’un şiir kişileri, içinde yaşadıkları toplumsal geleneği eleştirmeden, bu geleneğin saptadığı kurallara, en içten bağlılıklarını gösterirken, aynı zamanda en parlak, en belirgin tarihsel kişiliklere örnek olmak için, birbirleriyle yarışmaktadırlar adeta, bütün destan boyunca. Birey olarak insan yaşamına, kendi yaşamlarına büyük değerler biçmezler. Onların varlık nedeni ve önceliklikleri olan şey, yurtları, toplumları, yaşadığı toplulukların kendileridir… Troya Savaş’ında Akhilleus ile Hektor’un sahnesinin yanında, Troya Savunmasına katılan Troyalılar ve saldırgan Akhalıların, göğüs göğüse çarpıştığı sahneleri gözümüzün önüne getirelim bir. Burada, bana sorarsanız öne çıkan en büyük özellik, saldırganla, yurdunu savunan arasında ki en belirginleşen ayrım, bütün olanaklarına karşın, örneğin Akhilleus lehine olduğu halde, Hektor’un kişiliği ve yurt savunmasındaki kahramanlığının, kendiliğinden öne çıkmasıdır. Akhilleus’un üstün özellikleri vardır. Yarı tanrıdır. Oysa Hektor insandır ve her şeyden çok yurdunu sevdiği için, insanın gösterebildiği yiğitliğin en başat örneği olarak yer alır destanda. Bütün Troya halkı, bu kahramanlarına inanmıştır. Hektor da halkını sevmektedir ve onlara yürekten bağlıdır. Bu duygusal bağın, yarattığı büyülü hava içinde Hektor, yenilmiş olsa da, Troya düşmemiştir henüz. Bizim de, Troyamız düşmedi henüz…

Lirik şiire gelince:

Ondaki doku toplumsaldır. Oysa, bireyin egemen olduğu dünya, bir diğer deyişle bireyci dünya, insan yaşamına, kişiliğine büyük önem veren bir oluşumlar bütünüdür. İnsan, daha çok “akıl varlığı” olarak bir değer kazanır bu dünyada ve bu değer onun kişiliğinde bir anlama oturabilir ancak. İnsanın kişiliğini, benliğini kitleden ayrı görmesi bu dünyanın tek ve en açık, en temel eğilimi olarak çıkıyor karşımıza. İşte bu eğilim, insanın kendine yönelmesi, kendini bilmesi, tanıması, iç dünyasında olup bitenlere bakması, dış dünya etkilerini içselleştirirken, bunu kendince ve kendine yönelterek yapması, Yunan Liriğini doğuran temel nedendir diyebiliriz. Kısası, Yunan liriğinin bu eğiliminin doruğunda Sappho vardır. Ama bu şu demek değildir:
Sappho’daki bu eğilim, toplum dışı bir yaşayışı seçmiş olması nedeniyle, toplumdan yalıtılmışlığı da getirmemiştir beraberinde. İlk bakıldığında Sappho’nun, cinsel tercih konusunda ki seçimi, çok da ahlâki bulunmayabilir. Kendi dönemi içinde bu, özünde Sappho’nun toplumsal kabullenilmişliğe, egemen dayatmalara, değişmez gelenekçi yaklaşım ve alışkanlıklara, kanıksandırılmış davranış kalıplarına ve de toplumu yöneten “erk”e bir başkaldırıdır. Bu erk, devlet ya da onu oluşturan herhangi bir kurum/kurumsal yapı da değildir salt. Öyle görünmüş olsa bile bu, bütün çağlar boyunca kendisini derinden derine duyuran bu düşünceye, “erkek egemen” anlayışına, kadınca bir başkaldırısı söz konusudur burada Sappho’nun. Eşitlikçi bir düzen istemenin, erk-güç olma isteminde, gücü elinde bulunduran erkekle aynı eşit düzlemde hak sahibi olabilmenin, insancı bir savaşımıdır, haklı bir başkaldırısıdır kadının. Sappho’nun Sicilya’ya sürgün edilmesi, bütün bu anlattıklarımızı da doğrulamaktadır, kanımca. Bu anlamda Sappho’ya, 21. yüzyılda da, bize örnek olan bu savaşımcı ruhu için bin selam diyorum…

Sappho’nun Şiirine Gelince…

Yazımın başında değindim, yeniden bir anımsatmayla, konuşmamı/yazımı şöyle sürdürmek istiyorum:
Dokuz şiir kitabı olduğu bilinen Sappho’dan günümüze, 630 dizlik şiirleri kalmıştır. Bunlardan ilk kitabın 1320 dizeden, on şiirlik sonuncu kitabın ise 136 dizeden oluşduğu bilinmektedir. Sappho’nun, elimizde kalan metinlerine baktığımızda (SAPPHO ŞİİRLER. Çev. Cevat ÇAPAN, Alaz Yayıncılık ile Azra Erhat-Cengiz Bektaş Çevirisi olan yine SAPPHO VE ŞİİRLER, Cem Yayınevi), kalan bu metinlerin tümünün lirik şiirlerden oluştuğunu görmekteyiz.
Sonraki çağlarda yapılan araştırma ve tanımlara baktığımızda, en belirgin izlekler olarak şunlar çıkmaktadır karşımıza:
Coşku, içtenlik, aşk ve duygu şairidir Sappho. Ve bu izleklerin, iç dünyasından yansıttığı şiirler…
Sappho insanca bir hoşgörüyle, kırılgan yanlarını, açıkça ortaya koymaktan çekinmemiştir. Buna salt hoşgörü demek yetersiz bir belirleme olacaktır. Daha önemlisi “kavgacı” bir şair olduğu kesin. Değil kadınların söz söylemesi, Sokrates ve Platon’un konuşulduğu bu dönemlerde, onların yanında kadının olmasını düşünmek bile, günümüze bir çıkarımda bulunarak söylersek, başlı başına sınıfsal bir başkaldırıdır. Bu anlamda Sappho’nun, aynı zamanda “Kavganın şairi” olduğunu da düşünebiliriz. Yaşadığı dönem içinde, ölçümlenilmeden (değerlendirilmeden) yana, yanlış anlaşılmadan yana bir korkusu olmadığı kesin. Gerek, yaşam tarzını ve ilişkilerini belirleme konusunda yaptığı tercihlerinde ve gerekse, siyasal söylemlere karşı oluşu/muhalif kişiliği bunun kanıtıdır. Antik dünyanın bu büyük şairinin, çağdaşı olduğuna inandığım (ki bütün şairler geleceği imlemeleri bakımından ve insanı, yarınları sorun etmeleri doğrultusunda hep çağdaştırlar); bizden biri de Karacaoğlan’dır. Farklı ve çok uzak çağlarda yaşamış olmalarının bir önemi yok. Bütün zamanları aşıp gelen, iki farklı coğrafyanın, değişik çağlarının bu iki büyük şairi, aynı çağda buluşabiliyorlar da. İşte şiirin yaşayan ve kendini zamanlarda donup kalmadan çağları aşan aşkınlığı ve şairin büyüklüğü, çağına ve yaşama tanıklığı, bu olsa gerektir.
Konuşmamı şöyle tamamlamak istiyorum:
Somut bir dilin şairi olan Sappho, dış dünya öyküleri anlatmaz şiirlerinde, kendini anlatır. Çiçekleri, ağaçları, böcekleri, çevresindeki ayrıntıları, giysileri, oyunları, törenleri, günlük yaşamın ögelerini söylerken bile, bu olay ve olguları kendisindeki etkisiyle görür ve anlatır. Günlük yaşamın ögeleri de böylelikle Sappho ile girmiştir şiire. “Örneğin Söylence “Şafak Tanrısı” Eos’u anlatır. Oysa Sappho “tan”ı söylencedeki öyküsüyle değil, kendisindeki etkisiyle görür, gösterir…”
Özelde Sappho’nun büyüklüğü şurdadır:
Sappho, biçeme özü ve içeri sokmuştur. O dönem düşünülecek olursa, bu yeni ve devrimci bir tarzdır. Metinlerin didaktik ve kuru, duygudan arınmış bir şekilde, akıl temelli yazıldığı bir dönemde, şiire duyguyu katmak, öze inmek, içeriğe bunları katarak bir biçem oluşturmak… Sappho’nun günümüze gelen büyüklüğü ve onu yaşatan şey bu işte.
Kenedine özgü bir biçem yaratmıştır Sappho. Şiirleri kısa ve etkili, yoğun lirik söylemi içinde barındıran kısa kısa dizelerden oluşuyor. Şiirler, belli bir düzen içinde istiflenmiş dizelerden oluşmamış/örülmemiş. Kimi zaman ikili, üçlü, dörtlü dizelerden oluşan bölümleriyle rahat okunuşu ve etkileyici bir söylemi var. Lirizmin üst düzeyde işlendiği ve içselleştiği bir şiire doğuyoruz, okurken. “Gelin Türküsü I”deki sesleniş, coşkun bir aşka davetin seslenişi, içe işleyişin yoğun ve lirik duyguları barındırır örneğin:
“Yüzü sevgiyle/kızaran gelin/Paphos’lu Tanrıçanın/eşsiz çiçeği…/Gir artık odana/yatağına gir/usulca sev okşa erkeğini…/İstekle yol göstersin sana/ Akşam yıldızı…/Evlilik Ecesi Hera’nın/kamaşan gözlerle bakacağın/gümüşten tahtına…”
21. yüzyılda da bizlerle birlikte olan bu büyük şairi selamlıyorum.
Yunan ve Türk halkları adına…
Şiir ve dostluk adına…
Barış ve özgürlük adına..
Aydınlık dolu yarınlar adına…
Dinsel karanlığın, onulmaz bağnazlığın son bulması adına…
Irkçılığının, faşizmin yok olması/yok edilmesi adına binlerle selamlıyorum…

(*) Bu yazı, 26. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda Mitos-Boyu Yayınlarınca düzenlenen “Akdeniz Şairlerinden Esintileri” konulu şiir-dinleti etkinliğine yapacağım konuşmanın genişletilmiş metnidir.
(**) Orhan KARAVELİ, “Kişiler ve Köşeler” Koza Yayınları, 1982 Basımı..

“Dost Dost İlle de Kavga” ve Enver Gökçe..(*)

Ali Ekber Ataş


“Yolumuz gurbete düştü..”

1920 yılında Erzincan’nın Kemaliye (Eğin) ilçesi, Çit köyünde doğdu. Dokuz yaşındayken Ankara'ya yerleşti.
Bundan sonraki yaşamı burada geçecek olan Enver Gökçe’nin, 1929 yılında, Ankara'da Hüseyin Avni adında birinin yönettiği özel bir ilkokula kaydı yaptırılır ve eğitimine burada başlar.
1935-36 yıllarında Cebeci Ortaokulu’nda, 1939 yılında da Ankara Gazi Lisesi’nde öğrenimimi tamamlar.
Gazi lisesinde edebiyat derslerine Fevziye Abdullah ve İsak Refet girmektedir. İsak Refet’ten çok etkilenir. Gerek kendisisinde edebiyata olan ilgisi ve gerekse öğretmenlerinin doğru yönlendirmelerinden cesaretle sarılır edebiyata. Bu dönem onu, bir yandan da üniversite yaşamına hazırlar.
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji bölümüne girer. Devrimci düşünceyle burada tanışır. Bazı derneklere ve yayınlara yönelir, bağlantılar kurar. Halkevi’nin ünlü Ülkü dergisinde çalışmaya başlar. Dergiyi Ahmet Kutsi Tecer ve Bedrettin Tuncel yönlendirmektedir. Derginin yönetimde Ahmet Serdaroğlu adında sevdiği biri de vardır. Nurullah Ataç, Ahmed Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer zaman zaman uğrarlar ve dergide söyleşirler. Ankara'da çıkmakta olan başka bir dergide bir şiiri yayımlanır. Ahmet Kutsi Tecer kendisine, şiirin çok kötü olduğunu, şiiri bırakıp düzyazıya yönelmesini öğütler. Buna bozulan Gökçe, Tecer’e şu karşılığı verir: “...ben daha kötüsünü de yazarım." diyerek tepkisini deile getirir. “...bu şiir, "Köylülerime" adlı ve "Dost Dost İlle Kavga" adlı kitabımda yayınlanan şiirdir” der, sonraki dönemlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide.
Ülkü'de yeni arkadaşlarla tanışır. Sefer Aytekin bunlardan birdir. Gerek devrimci hareket içindeki etkisi ve gerekse kişiliğiyle Gökçe’yi etkilemiştir. Şöyle diyor kendisi: “...O zamanlar çok devrimci bir rol oynayan Sefer Aytekin hayatımda unutamadığım insanlar arasındaydı...” Aynı yıllar Ankara'da bulunan Arif Damar (Arif Barikat), aynı mahalleden Mehmet Kemal ve ilkokuldan arkadaşı Ceyhun Atuf Kansu, tanıdığı en eski arkadaşlarıdır. Sonraları şair Niyazi Akıncıoğlu'yla tanışır. "On Beşinci Yıl" adında kahvenin müdavimleridir hepsi.
Üniversitede, belirli hocaların dışındakilerle ilişkileri öğrenci hoca dışına taşmaz. Devrimci hocaları, Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes ve karısı Mediha Berkes'in dışında, herhangi bir fikir alış verişinde bulunmaz diğerleriyle. Dergi ve gazete çıkardığı bu yıllarda, birçok matbacı, mürettip işçi arkadaşı olur. Bunların en ünlüleri, hiç unutamadığı, mürettip Hasan adında bir işçidir. "Mürettip Hasan" adlı şiiri ona adar:

MÜRETTİP HASAN

Alınmıştır,
Ağzım dilim elimden
Konuşamam yanarım.
Unumu elemişim,
Eleğimi asmışım
Ölüm de ne, vızgelir
Ama yanarım.
İnce derde hele bir
Düşte gör
Nicedir
Kardeşim!
Parmaklarım yazı dizer
Yorulur;
Kurşun kasalara dökülür derdim

Bir türkü bilirim
“Var git oğlan var gir”
“Mekanın ara”
“Nerede karnın doyarsa”
“Vatanın ora”
Hey anam hey
Yine de hey hey!
Mürettip Hasan deyip de geçme
Ben adamın anasını bellerim
Punto hesabı
Katrat hesabı. (Meyden, 17.05.1948)

Hasan'la sonraları 1951 “Büyük Tevkifatı”nda karşılaşırlar. Oda gözaltına alınmıştır. “...Onu da tutup getirmişlerdi. Zavallı Hasan beş seneye mahkum olmuştu ve veremdi de. Sonunda çok yaşamadı zaten...” diye anlatır kendi yaşamöyküsünde.
Genç ve güçlü yıllarıdır. Her işi benimseyerek yapar. Derginin çıkışında, örneğin Ant dergisinin çıkışında, çabası çok büyüktür. Bütün bu işleri karşılık beklemeden, kendiliğinden ve doğal olarak yapar. Sanat ve edebiyat dünyasında ilişkilerini daha da geliştirir. O yılları, biraz da serzenişte bulunarak şöyle anlatır:
“…Ben gençliğimde de kesin olarak içki taraftarı değildim. Bu yüzden o zamanki ünlü Ankara meyhanelerinden hiç birine gitmedim, gitmezdim. Ve arkadaşlarımı da bu yerlere gitmekten men ettim. Yine bu devrede ünlü halk ozanları, Aşık Ali İzzet, Aşık Veysel, Habib Karaaslan gibi temiz şairlerin hepsiyle teker teker tanıştım, ilgilendim. Onların gerçekten temiz bir halk yüzleri vardı. Ve bu taraflarıyla az çok ilgilendim ve temaslar kurdum. O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda Garip hasta sanat anlayışı diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbetteki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir ki o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun ve güzelin yanında olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik.
1945 yılında yani Garipçilerin edebiyatımıza egemen oldukları bir çağda dergi yayınlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devre henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yoksayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz Ant çevresinde, küçük bir topluluk da olsak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden Yeni Edebiyat dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karınca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu anti-faşist ve devrimci bir gençlik ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir. Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık.
Bu sırada Nurullah Ataç ve arkadaşları bizim bu tutumumuzdan habersiz gibi görünüyorlardı. Bizim adımızı yok saymak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rahmetli Nurullah Ataç yalnız kendi dar çevresinde ve Orhan Veli etrafında yaygara koparıyordu.
Bu devredeki edebiyat çalışmalarımızın yararlı olduğu kanısındayım. Buna rağmen onların bu tavrı yüzünden bir çok yetenekli genç körelip gitti. Hatta denebilir ki Nurullah Ataç ve arkadaşları bu devrede bizim bu sınıfsal karşı koymamıza, güçlenmemize, bilemeden yardım etmişlerdir.
O günkü tavrımızın sadeliği ortadadır...”
1948 yılında, Türkiye Gençler Derneği’ni kurarlar. Derneğin yüz elli kadar üyesi olur. Anti-faşist ve demokratik fikirli gencin bir araya geldiği yerdir dernek. Merkezi, Ankara Denizciler caddesinde bir ahşap ev. Çalışmaları arasında halka her türlü yardımı yapmak vardır. Örneğin, hasat zamanında köylere gidilecek ve halkın hasat toplamasına yardımcı olunacaktır.
“...Hatırladığıma göre, o zaman dernek, içlerinde ben de olmak üzere, sekiz on üyesi, bir İstanbul Ankara arasında yürüyüş tertip etmişti. Bu Ankara İstanbul yolculuğu beş altı gün sürdü ve tamamlandı.
Derneğin bir çok yapıcı işe yönelmesi, Ankara çevresinde bulunan ırkçı Turancıları rahatsız etmeye başladı. Dernek fakülte ve Ankara çevresinde yaygınlaşmaya başlamıştı. Bu nedenle ırkçı Turancılar derneğin gidişine karşı bir takım eylemlere giriştiler. Gösteri yapmaya başladılar. Derneğin yıkılması etrafında tehditler çoğaldı. Biz o zaman safça, yirmi otuz kişi, bir odacık yerde toplandık ve elimizde sopalarla gelenleri bekledik. Turancılığın etkinliği çoktu o zamanlar. Turancılar saldırdı. Dernek yıkıldı bir kaç saat içinde. Kitaplar yırtıldı. Sokaklara atıldı. Dernek üyelerinden yakaladıkları birkaç kişiyi dövdüler. Fakat dernek faaliyetine devam etti. Dernek etrafında bir takım provakasyonlar aldı yürüdü...” diye yazar.
Sonunda dernek üyelerinden Melahat Kürşal, Nural, Mehmet Kemal, Şevki Akşit ve kendisi, tutuklanır. Gerekçe de, komünizm propagandası yaptıkları içindir. Ankara cezaevine tıkılırlar (kendi demsidir tıkılmak). Sorgulama üç ay sürer. Hiç kimse tutuklanmaz ve beraat ederler. Boşu boşuna üç ay yatmış olurlar böylece. Hapiste kaldığı bu üç aylık dönemde, bir kaç şiir yazar. “Görüşmeci” adlı şiir bu dönemin ürünüdür. Görüşmeye arkadaşları, kendi ailesinden kızkardeşi gelir. Bu şiiri daha sonra "Görüş Günü" adıyla yayımlar.

GÖRÜŞ GÜNÜ

Bugün görüş günümüz
Dost Kardeş birarada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cigaramın ateşi
Gitme dayanamam

Yine bu dönemin bir anısı olarak “Fakültanin Önü” adlı şiiri yazar. Gösterilerden sonrasında yazdığı bu şiirde olaylar anı anına yansıtılmıştır.

FAKÜLTENİN ÖNÜ

Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı.

Faşıstler camlara yürüdüler
Kürsüler kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
“Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman”
Ve de kanlı bıçaklı düşman

Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı.”

“...Bu şiir de olayları günü gününe yansıtan en iyi bir şiirimdir...” der Enver Gökçe.
Ülkede büyük bir umudun yeşerdiği bir dönem başlamıştır. Demokrat Parti’nin iktidara geçişi, halkta umut yaratır. Ne yazık ki Türk halkı, Demokrat Parti şarlatanalarının peşinden gitmekten geri durmaz. Halkın bu tutumu, “Filozofların aydınlatamadığı toplumu, şarlatanlar aldatır” diyen düşünürü bir kez daha haklı çıkarır.
Üniversiteden mezun olur. İş aramaktadır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Tahsin Banguoğlu onun üniversiteden hocasıdır. İş için başvurur. Yanıt, beklemesi yönündedir. Sonunda işten umudunu keser, ekmek parası için değişik işlerde çalışırak geçirir zamanlarını. Bu arada İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğü’ne de başvurur. Talebi uygun bulunup, yönetim memurluğunda işe alınır. Göreve 1950 yılının, ekim ayında başlar. İlk görev yeri Çarşı Kapı Öğrenci Yurdu’dur. Buradaki çalışmaları beğenilmiş olacak ki, birçok yurtların kuruluşunda görev alır. Çarşı Kapı’dan sonra Yıldız Teknik okulu yurduna gönderilir. Kısa bir süreliğine Denizcilik Yurdu’na, sonra da Kadırga Öğrenci Yurdu’na atanır. Bu dönem, Enver Gökçe’nin yaşamının en düzenli ve en önemli dönemidir, ama 1951 yılı ekim ayı Büyük Tevkifatın başladığı dönemdir de aynı zamanda.
Gazete haberlerinde, Sevim Tarı adında bir kadının, Paris'e giderken yakalandığı yazar. Daha sonra bu haber dayanak gösterilerek tutuklamalar (tevkifat) başlatılır. Enver Gökçe de bir kaç öğrenciyle birlikte eylülde tutuklanır. Kadırga Öğrenci Yurdu’nda görevlidir, bu sıra. Önceden yurt binasında kaldığı odanın, didik didik arandığına tanık olur. Bu olaydan bir hafta sonra da kendisi alınır.
Dönemin devrimci ve demokrat düşünceli gençleri teker teker tutuklanıp İstanbul 1. Şube’ye getirilirler. Büyük Tevkifat için bütün hazırlıklar tamamlanmıştır. Asıl büyük darbe, TKP Tevkifatı olarak da bildiğimiz, “1951’in Büyük Gözaltı” olayı başlar. Bu gözaltında alışılmışın dışında, birçok yıldırma yöntemleri uygulanır. Tabutluklar, falakalar ve her türlü insanlık dışı işlemlerden geri durulmaz. Sonuçta yüz altmış sekiz insan askeri mahkemede yargılanır. Hepsi de cezalandırılır. O güne ilişkin şöyle diyor Enver Gökçe:
“...Ben savunmamı kendim yaptım. Hatırladığıma göre o zaman çok iyi bir savunma hazırlamıştım. Yapılan isnatları reddettim. Bazı arkadaşlarımla olan temaslarımın kanuni olduğunu gizli bir örgüt tarafından yönetilmediğimi iddia ettim. Fakat kaale alınmadı.
Ben savunmamın özünde Marksizmi istediğimi beyan etmiştim. Mahkeme bildiğini okudu. Sonuçta yedi seneye mahkum edildim. Ayrıca bu cezanın üçte bir bölümlük kısmı kadar da sürgün cezam vardı. Böylece mahkeme sonuçlandı ve herkesi ceza evlerine dağıttılar...”
İlk alındıkları yer, İstanbul 1. Şube, sonra Harbiye cezaevi, yeniden İstanbul 1. Şube ve Yıldız'daki Güvercinlik adı verilen eski bir binada tutuklu kalırlar. Buranın diğer bir adı da tabutluktur. Böylece iki yıl 1.Şube, bir yıl da...
İllerin cezaevleri statüsüne göre bütün Türkiye hapishanelerine dağıtılırlar. Son parti Adana cezaevine gönderilir. Enver Gökçe ile birlikte, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Şevki Akşit, Adana'ya kadar parmaklarından ve ellerinden kelepçeli olarak götürülüp siyasi koğuşa yerleştirilirler. Yedi yıl Adana'da tutuklu kalırlar. Adana cezaevinden sürgüne gönderilirler. Çorum'un Sungurlu kasabasına sürgünü çıkar. Her gün Sungurlu’nun bir karakolunda, eskilerin demesiyle “İspat-ı vucut” ederler ve kendilerini gösterip imza atarlar. Kalacak ne yerleri ne de işleri vardır. Deyim yerindeyse işleri Allaha kalmıştır. Sürgün böyle sürüp gider. Neden sonra ordan başka bir yere, “iş bulabilirim” umuduyla, Sungurlu mahkemesine başvurarak Ankara'ya naklini ister E. Gökçe. Böylece sürgünün geri kalan bölümünü de Ankara'da geçirecektir. Hapis yıllarına ve şiire ilişkin şunları diyor:
“...Hapishanede herkes kendine göre bir işle meşgul olurdu. Günlük hapishane hayatının dışında benim işim gene sanat oldu. Şiirle uğraşıyordum.Bu arada benim önemli yapıtlarımdan birisi olan "Yusuf ile Balaban"ı yazmaya başladım. O devrelerde böyle bir şiir çalışması yapacağım belliydi. Bir takım sıkıntılar başlamıştı ve şiirin ilk mısraları dökülmeye başladı. " Ve; zaman akar, zaman geçer, / Zaman zindan içinde. " dizeleriyle başlayan şiir kafamda şekillenmeye başladı. Ve sonuçta otuz şiirlik bir destan kısa bir müddet içinde, zannederim bir ay içinde bitirmiş oldum. Destan böylece tamamlanmış oldu. Ben de rahatlamıştım ama, asıl iş bu parçaların dışarıya çıkarılmasıydı. Neticede o işi de başardım. Destan sağ salim dışarıya çıktı. Fakat daha sonra aynı titizlik destanın saklanmasında gösterilemedi. Ve eser tamamen bugün elimden çıktı. Kayboldu. Bugün destanın elimde kalan parçaları arasında sonradan, Başlangıç, Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban'ın Dünyadan Göçtüğüdür, ve Kirtim Kirt adlı son bölüm kalmıştır...”
Burada şunun altını çizmek gerek:
Enver Gökçe, uzun yıllar yattığı hapishanede, şiirsel ağırlığı olan, Toplumsalcı Türk şiirine yeni bir ses, yeni bir soluk getiren şiirinin, kaybolup gitmesine ne kadar üzülmüş olsa da, bir yanıyla da sevinmiştir bana göre. Çünkü o, komünist düşünceye inanmış biriydi. Sanat yapıtı da olsa yarattığı, inanmış bir komünistte “mülkiyet” hırsı asla ve asla olmamalıdır. Çünkü inandığı düşünce ona, yarattığı sanat yapıtının kaynağını unutmamasını da öğretmiştir. Yani Halkını, halkının türkülerini, ezgilerini, masallarını, hikayelerini, destanlarını, manilerini... Bunların hepsi şiirlerinin kaynağıdır ve halkından aldığının bilincindedir ve halkına geri vermesinin de. Şiirlerinin peşine düşmemiştir hiç. Onun için önemli olan şey, şiirlerinin bir yerlerde halkıyla buluşup “görüş gününe” doğmuş olmasına inanmasıdır, bana sorarsanız peşine düşmeyişinin nedeni budur derim.
Hayatı koşturarak yaşayan şairimiz, komünizme inanmış olmasının ötesinde, yaşadığı gibi düşünen, düşündüğü gibi yaşayan ve söyleyen bir halk ozanıydı. Belki az ürün verdi. Doğrudur. Daha çok ürünler verebilirdi de. Bu da kabul edilebilir. Ancak Enver Gökçe ve kuşağı, inandığı değerlerin peşinde koşturmayı daha çok yakıştırmıştır kendilerine. Şu da önemli: Kendi hayatlarını, doğru bir düşünce uğrunda, halk dalkavukluğuna kalkışmadan, halk adına ortaya koyanların, hem düşüncelerini hem de hayatlarını koşturarak yaşamalarından daha doğal ne olabilir ki? Bundan ötürü düşüncelerini koşturup, düşüncelerinin peşinden koşarken; gözaltılar, hapisler, işkenceler, sürgünler, prangalar görüp yaşadılar. Hayat boyu çekmek zorunda kaldığı o illetlik romatizma, hücrelerde geçen yıllarının bir kalıtıdır onda. Onun sanata ve sanatçıya bakışını hepimiz bilmekteyiz. Bu anlamda, onun anlayışına da denk geleceğini bildiğim düşüncelerimi şöyle özetlemek istiyorum:
İnsan sosyal bir varlıktır. Sanat toplumsal bir çabasıdır insanın. Toplumsal bir çevrede doğar. Toplumsal etkiler yaratarak bulunduğu ortama, çevreye ve toplumsal yapının bütün unsurlarına baskılar yaparak, var olan yapıyı değişime zorlar. Yerine daha gelişkin, ortaya atıldığı yer ve zamanla (çağıyla) örtüşen bir değişme ve gelişme çizgisi izler. İçinden çıktığı yapıyı değiştirip dönüştürdüğü gibi, toplumsal yapının kendisinden etkilenerek, içyapı dönüşümlerini de aynı sağlamlıkta gerçekleştirir. Toplumu önceden bu değişim ve dönüşüme hazırlar. Kişiye ufuk zenginliğini kazandırdığı gibi, toplumu daha çağdaş, daha canlı ve çağın gerekleriyle donatır, yetkinleştirir. Dünyaya, insana ve olaylara çok boyutlu bakmayı öğretir. Çağın duyuş, düşünüş biçimlerini insana sunar. Nitelik olarak insanı geliştirir. Bilimsel dünyanın, layik (laik) ve çağdaş düşünmenin yollarını öğretir. Geleceğe hazırlar. Felsefe yakınlaştırır. İnsandaki merak duygusunu bilimsel kuşkuculuğa dönüştürerek, onu, yarının düşünen, araştıran, sorgulayan insanı yapar. Cumhuriyet Kuşağı ve ardından gelen 1940 Kuşağı bu süreci bilinçle kavramış ve yaşamları pahasına aydınlanma düşüncesinin savaşımını vermişlerdir. Biz biraz da, ne birazı, çokça da bu kuşak ve sonrası kuşakların verdikleri onurlu savaşımların ürünüyüz bugün…
Yusuf İle Balaban Destanı, içerde, dışarda birçok arkadaşının eline geçmiş, okunmuştur. Destanı Ahmed Arif de okumuştur. Hapishanede günlük çalışmaları arasında Fransızca önemli bir yer tutar. Orhan Suda ranza arkadaşıdır. Dil konusunda kendisinden çok yararlandığını anlatır. Aynı dönemde edebiyatla uğraşan Hilmi Akın, Arif Ünal (Ahmed Arif) ve ayrıca saz çalışmalarına devam eden Ruhi Su ve devlet tiyatrosundan Ulvi Uraz (o dönemde vefat etmiş) ve Kemal Bekir gibi ünlü sanat adamları da hapishanededir. Şükran Kurdakul da tutuklananlar arsında ve buradadır. O yıllara ilişkin şunları yazıyor:
“...Süleyman Ege ile İstanbul sokaklarını, Beyazıt'ı karış karış her gün gezer dolaşırdık. Adnan Menderes'e karşı yürütülen miting ve gösterileri izlerdik. İşte tam bu sırada yani 28-29 Nisanda Beyazıt'ta bir takım gösteriler yapıldı. Aynı gün de Turan Emeksiz'in öldüğü yahut da ertesi gün Beyazıt meydanı hınca hınç doluydu. "Turan Emeksiz" adlı şiirim bu devrede yazılmıştır. Bu gösteriler her gün devam ediyordu. Bizler de birkaç işçi arkadaşla habire Beyazıt meydanının etrafında dolanıp duruyorduk. Bir gün evimden alınarak götürüldüm. Olaylardan korkan eski yöneticiler, ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bir liste yapmış. Bu listede adımız vardı. Tutuklandık. Bizim kendi istediğimiz bir yere ama sıkıyönetim dışında herhangi bir bölgeye gitmemiz teklifi yapıldı. Ben o zaman, kendi memleketim diye, bildiğim ülke diye ve bunca uzun süren hapislik ve sürgünden sonra biraz nefes alırım diye Erzincan'ı seçmiştim. Zaten Ankara, İstanbul ve İzmir dışında bir yer seçmemiz gerekiyordu. Böylece Erzincan'a gitmeye karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Erzincan'a geldim. Birkaç günüm şurda burda gözaltında tutularak geçti. Yollarda bir değişiklik olmadığı için, köyüme çok zahmetli gelebildim...” diye yazar, hapiste yattığı yıllara ve sürgün edilişine ilişkin anlattıklarında.
1999 yılı ağustosunda Erzincan’daydım. Ordan Eğin’e ve daha sonra da, Enver Gökçe ile ilgili araştırma yapmak üzere doğduğu (Çit) köyüne gittim. Gördüklerim ve yaşadıklarıma ilişkin gözlemlerimi, 19. Ölüm Yıldönümü’nde, 22 Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazımda anlatmıştım kısaca. Şunu farkettim:
1950’li yıllarda, sürgün cezasını çekmek için Erzincan’a gelişi ve köyüne gidişinde nasıl zorluk yaşamışsa Enver Gökçe, ben de ondan kırk yıl sonra, Erzincan’dan Köyüne gidişimde benzer zorlukları yaşadım. Aradan kırk yıl geçmiş olmasına karşın, pek değişen bir şey olmamıştı çünkü. Arabayla yolculuk yaptığımız halde, Eğin’e varışımız ve köyüne gidişim, 5-6 saati bulmuştu. Enver Gökçe’nin o dönemde neler yaşadığını, çok daha iyi duyumsadım o sıra. Hele doğduğu evinde gördüklerimse, büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Daha da ilginci, köyünde, Dutluca’da ve Eğin’de kaç kişiye sorduysam, ya tanımadılar ya da oralı olmadılar. Hatta Enver Gökçe adını duyduklarında, tepkileri görülmeye değerdi. Eğin’in yetiştirdiği o ünlü fotoğraf ustası ve gazetecisi bile oralı olmamıştı, kendisine Enver Gökçe ile ilgili bir araştırma yapmaya geldiğimi söylediğimde. Vefasızlığın böylesi de olur mu dedirten türdendi, görüp yaşadıklarım. Şimdilerde evinin müze yapılmak istendiğini öğrendim, değerli şair dost ve ağabeyim Hasan Hüseyin Yalvaç’tan. Geç de olsa, sevindirici bir haber bu benim için. Eğer evi müzeye dönüştürülürse, müzenin ilk eşyası bendeki ayakkabıları olacaktır, hiç kuşkusuz. Dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’ın danışmanlarının köyüne gittiğini, evini müze yapacaklarına dair bir çalışmanın başlatıldığını, ta o zamanlar duymuştum. Ama o gün bugündür bir ses çıkmadı, bu girişimden.
Sürgün cezasının geri kalan bölümünü köyünde ve beldesinde geçirmek üzere memleketine gelir. Köyünden birkaç kişi bu işe pek sevinmezler, ancak halkı tarafından iyi karşılandığını söyler kendisi. 27 Mayıs devrimi de eli kulağındadır. Ha yapıldı ha yapılacak. Devrimin gelişi az da olsa yaşamına bir rahatlık getirmiştir.
“... 27 Mayıs devrimi başladı. Köyün radyosundan devrimin yapıldığı okundu. Menderes'in de yakalandığı... Bundan sonradır ki, şuraya buraya sürülen arkadaşlar da özgürlüklerimize kavuşmuştuk. Böylece ikinci sürgün de bitince hayat kavgasının içinde kaldık. Eskiden beri tanıdığım Fethi Giray bir günlük gazete çıkarmaya başlayınca ben de iş için müracaat ettim. O zamanlar için küçük bir parayla gazetenin düzeltmenlik görevine başladım. Bu gazete küçük trajlı bir reklam gazetesiydi. Bir ara İsmail Gençtürk isimli genç bir delikanlı da bize yardımcı olarak yanıma verildi. İsmail Gençtürk her haliyle bir memleket çocuğu olduğu belliydi. Biz onunla altı ay kadar beraber çalıştık. Nihayet gazete 1963 yılına doğru kapandı. Bu arada bozulan sağlığımın tedavisi için kaplıcalara gittim. Haymana, Kızılcahamam ilçelerindeki kaplıcalardan şifa aradım. Gazete kapanınca yeniden işsiz kaldık. Pablo Neruda çevirilerini sürdürüyordum. Neruda bilindiği gibi dünyanın en büyük şairlerinden birisidir. Şiirle uğraşmam dolayısıyla Neruda'ya eğilimim gün geçtikçe artıyordu. Neruda çarpıcı ve büyük bir ozandır. Dünyayı ve insanları seven birisi. Başından da büyük olaylar geçmiştir. Gizli yaşadığı, sürgünde kaldığı yıllar olmuştur. Büyüklüğü biraz da buradan gelmektedir. Benim ona ilgim de bu bazı yakınlıklarımızdandır. İstanbul'a gittim. Daha önceleri de gitmiş olmama rağmen, İstanbul'u pek tanımıyordum. Yerleştim. Hatta Menekşe'den bir ev de tuttum. Bir çok çalışmam olacaktı. Çevirileri de hızlandırmıştım. Ant dergisiyle de bir ara ilişkim oldu. Bir spor dergisinde de düzeltmen olarak çalışıyordum. Bu dönemde en önemli iş diyebileceğim çalışmam, Meydan Larus'taki çalışmamdır. Bu işi bana Yaşar Kemal bulmuştu. Yaşar Kemal eski bir dosttu. Çevresi de şimdi genişti. Bu iş beni çok rahatlattı. Bu iş kısa sürdü. Sakıncalılığımızdan dolayı dergiyle ilişiğimiz kesildi. Bu kararı o zaman bana derginin önemli bir yönetmeni olan Günay Akarsu isimli arkadaş tebliğ etti. İstanbul'da çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir dizisi vardı. Çin, Hint, Eski Mısır gibi dünya uluslarının masal efsane koleksiyonlarını çevirdim. Yedi sekiz kitap tutuyordu. Basılmak üzere hazırlıklar yapılmıştı. Ekonomik sıkıntılar baş gösterince, kendi köyüme yerleşmem gerekiyordu. İstanbul'a veda ederek kendi köyüme yerleştim. Kitapların basılıp basılmadığı konusunda bilgi alamıyorum. Bir kazık daha atılıyor bize...”
Gökçe yeniden köyüne döner ve yerleşir. Her yıl kış aylarında köyünde, yazları da Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerdedir. Şiir üzerine çalışmalarına ve çevirilere de devam etmektedir. Olgunluk dönemidir artık. Yazımı kendisinin sanata ve sanatçıya ilişkin görüşüyle bitirmek istiyorum. Şöyle diyor:
“...Ben sınıf edebiyatı yapıyorum. Türk halkının hayatın her dönemde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum. Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır. 1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri varolmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabi olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur. Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nâzım'da ve Neruda da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir.
Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliği daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz.
Sanatla bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısında hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.
Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamazda.
Şimdi benim yapmak istediğim bir iş var. 951 Tevkifatını yazmak. Eğer sağlığım el verirse, ömrüm vefa ederse, 951 Tevkifatının destanını yazacağım. Bunun için kafamda bazı tasarılarım vardır. Eğer bu işi başarabilirsem çok mutlu olurum.
İyi bir sanatçı olmak için önce, kendini halkını sevmesi daha doğrusu bu halkın içinden bu halkın en devrimci sınıfına bağlılık göstermesi içtenlikle bunu yapmak şarttır.
Hayatı tüm yönleriyle seveceksiniz.
İyilik kötülükleriyle, pisliğiyle, fakat seveceksiniz.
Suyunu, dağını, toprağını, çevreyi de kendisi kadar her şeyini seveceksiniz. Bunu sevdiğiniz bir sürede, bunları yapıtlarınıza geçirebildiğiniz ölçüde büyük ve yol gösterici olacaksınız.
Ben, Türk halkının içinden çıkmış, halkımızın özelliklerini yapıtlarımda yansıtmaya çalışan genç sanatçı arkadaşlarımı şimdiden kutlarım...” diyerek, geleceğin genç sanatçı adaylarına, halkın gerçek sanatçılarına yön gösterir...
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum...

(*) Cumhuriyet Kitap Eki Sayı: 878/14 Aralık 2006