20 Mayıs 2010 Perşembe

ŞİİR ÜZERİNE BİR DENEME - Ali Ekber ATAŞ İnceleme

Şiir Üzerine Kendimce Bir Deneme…



Şarlo’ya sormuşlar:
“Dünyadaki en önemli olay nedir senin için?” diye.
Duraksamaksızın:
“Doğduğum gündür” demiş.

Ben bundan şunu anlıyorum: Evrenin de, dünyanın da, insani bütün etkinliklerin, yapıp ettiklerinin merkezinde, yine insanın kendisi vardır.

Evrenin sonsuz genişliğinde arayışlara giren, önündeki bu bilinmezliği çözmeye çalışan insan, “doğup, yaşayıp ve biriktirdiklerini” edinmede, bunları bir dizge içinde insana sunmada ve bilinemezlikleri aşmada, üç temel alan belirlemiştir kendine. Bunlar: Sanat, bilim ve felsefe alanlarıdır. İşte, Kant’ın aydınlanmasına giden yolun başlangıcı, bu üç farklı, ama birbirlerini önceleyen, birbirlerinden beslenen disiplinlerden geçiyor; kanımca.

Sanat, insanın bilinen en eski ve de en ilk uğraşıdır. Daha da önemlisi, onun iletişim dili ve başkalarıyla olan ilişkilerini düzenleyen dizgeli ilk toplumsal etkinliğidir. Mağara duvarlarına, geniş kaya yüzeylerine, ağaç kovuklarına çizdiği resimler, taşı yontması ve ona biçim vermesi, kendini dış tehlikelerden koruyan mekanlar oluşturmasını onun, ilk sanatsal kurgulamaları/eylemlilikleri olarak alabiliriz. Yaşam deneyi arttıkça, yeni arayışlara girişen insan, çevresinde olup bitenlere de gözlem yoluyla bir anlam vermeye çalışmıştır. Birikimler, yeni teknik ve yöntemlerin arayışlarına götürmüş onu. Gözleme dayalı deneyleri ona, doğal olayların oluş nedenleri üstünde düşünüp sonuçlar çıkarmasını öğretmiş. Ve bunun gibi daha birçok olayların peşinde koşturan insan, doğanın egemenliğinde bir yaşam değil, doğaya egemen bilinçli bir varlık olarak yaşam sürmeye başlamıştır.

İlk aşamada bir gereksinmenin, bir zorunluluğun sonucu olarak doğan sanat, bilinçli bir etkinliğe dönüşürken, sanatçı da dünyayı/doğayı farklı yorumlamalarıyla insana anlatan bir kişilik olarak çıkar karşımıza. Sıradan insanın dünyaya bakışı, insanı kavrayışı, olayları sezişi ve olaylar arasındaki neden sonuç ilişkilendirmeleri, bunları belli bir dizgede algılayıp yorumlayışı, bir düzen içinde duyuşu ve anlamlı birer etkinliğe dönüştürmesi şüphesiz ki, bir sanatçının duyuş, düşünüş, algılayış, yorumlayışıyla kıyaslanamayacak kadar geridedir. Bunun içindir ki sanatçı, tüm çağlarda, yaşadığı toplumun öncüsü olmuştur. İster sözcüklerin peşinde yeni arayışlara girişen şair, yazar, romancı olsun, ister bir yontucu ya da ressam, isterse sesleri düzenleyen ve onları anlamlı bir dizilişte insana sunan müzisyen olsun ya da yine insanın en eski uğraşlarından olan tiyatro (sanatçısı) olsun, bütün sanat alanlarının yaratıcıları çağlarının tanığı olmuşlardır. Böyle olduğu içindir ki biz, 21. yüzyılda hala Yunus’tan, Pir Sultan’dan, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşı Veli’den, Shakespehare’den, Voltaire’den, Leonardo’dan, Goya’dan, Michelangelo’dan, Andre del Verrocchio’dan, Raffaello’dan, Albert Dürer’den, Gian Lorenzo’dan, Rodin’den, Jacques-Louis David’den, Burunnelechi’den, söz edebiliyoruz. Bu, yalnızca onların sanatçı olarak kendi alanlarında çok büyük başarılara imza atmalarıyla sınırlanamayan bir duyuş, seziş ve tanıklık ediştir. Çünkü onlarda yaşadıkları çağla sınırlanamayan ve doğalarından gelen bir ilginin, algının, görüş, duyuş ve yaratıcı yapışın izleri doludur.

Bizler olaylar karşısında edilgin bir tavır sergileriz, çoğunlukla. Olayların nedenlerinden çok, sonuçlarına yönelir/yöneltiriz bakışımızı. Bir olayın, bir yazınsal yapıtın, resim olarak bir tablonun, bir yontunun, bir müzik yapıtının, tiyatro eserinin bize/bizlere sunuluşunu (hangi şekilde olursa olsun, nasıl yapılmışsa yapılmış, düzenlenip sunulması neye göre olursa olsun…) yalnızca izlemekle yetiniriz. Beğenilerimizi o anda “güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış” düzlemlerinde, iki boyutlu belirtiriz. Çünkü bize öğretilenler de, öğretilmiş yaşamlardan çıkarabildiklerimiz de iki boyutlu bir düzlem parçası olacaktır. “Derinlik, zaman, mekan” kavramlarından yoksun bir beyin için, bu boyutlanmaların hiçbir geçer “anlamı” yoktur. Çünkü, kavramsal olguları içinde barındırmayan, insanı çok boyutlu (en, boy, derinlik, zaman ve mekan) düşünmeye değil, tek seçenekli düşünmeye koşullandıran bir eğitim dizgesinden geçmişsek eğer, algılarımızın da bunları alımlamasını bekleyemeyiz. İşte bunun içindir ki, bunları anlaşılması zor, açıklanması olanaksız birer kapalı kavramlar olarak düşünür ve öyle algılarız. Doğaldır ki, bu kavramların ne “anlama” geldiğini bulup ortaya çıkarmamız, bize ezberletilmiş ve kanıksandırılmış, bu doğamız dışı yaşamlardan kurtulacak ve onun zincirlerini kıracak okumalardan geçerek sağlanabilir ancak. Böyle olduğu sürece biz, bir sanat yapıtının ister duvarda asılı bir resim, sergilenen bir yontu (heykel), sunulan bir tiyatro oyunu, bir düz yazı metni, bir şiir ya da şiirsel bir metin olsun, bunların “anlamını” çözemeyeceğiz hiçbir zaman. Çünkü yapılan bütün bu etkinliklerin, yaşamın kendisinde var olan şeylerden türetildiğini ve birer yansımaları olduğunu kavratacak bir bilinci kazandıramadığımız sürece kişiye, yapılanların kendisi de ne sanat yapıtı olarak kalacaktır, ne de yapanının sanatçı olduğu bilinecektir tarihte.

Yukarıdaki uzun girişin ardından şiire ve şaire dönersem, şunları söyleyebilirim:

İnsanlığın ortak evrensel dili olan sanat, özelde şiir, insanın en diri, en gür, en yürekli söylemi olduğu gibi insancıl bir temelde yükselmesinin ve insana ulaşıp yüreğe seslenmesinin de en kestirme yoludur. Eğer böyle olmasaydı, sanata, insanın “deha” düzeyinde bir etkinliği olduğunu söyleyen Kant’a kulak verir miydik? Şunu da söylüyordu Kant: “İnsan dehasını yalnızca sanatta bulmuştur.” Yine “Kant’a göre, insan, ancak yaratırken dehasını dışlaştırabilir.”(1)

Kant’ın sözünü ettiği bir “deha dışlaştırması” olarak doğan sanatın türleri içinde biri var ki, bütün söz sanatlarının, bütün kutsal metinlerin biricik kaynağı olarak bilinir. Ona “ŞİİR” adını koymuş insan. Çok haklı olarak, burada, çok değerli edebiyat(çı) düşünürümüz Oktay Akbal’ın, şiire ilişkin söyledikleri yol gösterici olarak düşer önümüze:

“(…)
Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu. (…) Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz. İnsanoğlu şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri. Şiirde yer almayan bir sözcük ölmüştür, yaşamdan yok olmuştur. Bir toplumda ozan yoksa, yetişmemişse, yetişmiyorsa o toplum bir süre sonra silinir. Asur uygarlığı gibi… Ozanı olmayan toplum, şiirden yoksun toplum yok olur gider. Din kutsal kitaplarının şiir dili ile yazılması da insanoğluna seslenmek, onu etkilemek için en sağlam yolun şiir olduğunu gösterir. Şiir kendi başına bir dildir. (…).”(2)

Bu anlamda, bu değerlendirmeler ışığında baktığımızda, şiir, toplumların dillerinin kutsandığı tapınaktır diyebiliriz. Bu tapınaktan içeriye arınmak için girenlerin, öncelikle tapınakta daha önce kutsanmış şiirlerle bir iyice yıkamaları gerekmektedir; hem kendilerini hem de şiirlerini. Buna gönülden ve de yürekten inanıyorum. Ve onun için diyorum ki, toplumların dupduru (şiirleridir bu) suyunda, kendi dillerinde yazıp çizmelerinin ötesinde, bu alanda kalem oynatanların, kalemini namusluca kullananların, kendi yazma ve konuşma dillerini bu tapınağın coşkun suyunda yıkamaları gerekmektedir, bir iyice. Şiir tarihine, bu tarihin akışına, değişip dönüşmesine kuramsal yazıları ve şiirleriyle katılıp ilerleten şairler ve şiirleri bunun için var. Kendi dillerinde yazılmış ve her bir ışık rengini karşılayan her tür şiir, ortak bir amacı imlemektedir: İnsancıl değerlerin merkezinde ve de çevresinde toplaşmamız gerektiğidir bu. Yalnızca bu değerlerin çevresinde toplaşmak yetmiyor. Bu değerleri çoğaltan halkların dillerinde yakılan ağıtlara, türkülere, ninnilere, manilere, destanlara, masallara da eğilmek ve onları çağcıl değerlerle, yeni baştan özünü bozmadan, yeni bir yorumla sunmak gerek. Yeni bir öz, yeni bir biçem ve özgünlükte, bu temelin harcını kullanıp, beslendiğimiz bu kaynağın dokusundaki duyarlığı, kendi şiir dilimizin akarında koruyup, kendi sesini bulmuş bir şiirle çıkmalıyız karşısına insanın. Bu bilinçle donatmalı insan kendini. Halkın, bu saydığımız öz değerlerine yüklediği anlamı, onun yaşantısından kopuk düşünmek nasıl olanaksızsa, bizim de bizden önce yazılanlara, yakılıp söylenenlere, diyar diyar gezip dolaştırılanlara kapalı ve de ilgisiz kalmamız düşünülemez. Bizden önce söylenenler, yazılıp çizilenler, okunup elden ele dolaştırılanlar, dilden dile taşınanlar, kendi yaratıldıkları çağın, duyuş, düşünüş, algılayış, anlatış ve yorumlayışlarının birer tamamlayıcısı olarak kendinden sonraki kuşak ve çağların önünü aça aça gelmişlerdir günümüze. Her yazılan yazı ve şiir, yakılıp söylenen türkü, dilden dile diyar diyar dolaşan destanlar, masallar, sanat, bilim ve felsefe alanlarının diğer bütün etkinlikleri, insanlığın tamamlayıcısı olduğu kadar, kendilerinden sonrakilere de yazılı birer belge olarak bırakılmışlardır. Bundan ötürü, ne kadar övünsek azdır. Çünkü insanlık ailesine, toplum olarak kazandırdığımız değerlerimize bir göz attığımızda bugün, kapısında bize diz çöktüren “batı”nın ve de diz çökenlerimizin (ne uğruna?!), yüzlerindeki utancı kapatmaya elleri de el vermeyecektir. İşte bir kaçı: Hacı Bektaşı Veli, Pir Sultan, Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Nazım Hikmet, Vedat Günyol, Sabahattin Eyuboğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Niyazi Akıncıoğlu, Mehmet Başaran, Vecihi Timuroğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Ali ve daha niceleri…

Felsefenin, özelde şiirin, genelde sanatın, bilimin geçmişi içinde öylesine aydınlık, öylesine güçlü sesleri var ki, ancak bugünün insan sesi, insanlık tarihinin 21. yüzyıla taşıdığı bu değerleri sahiplendiği ve onlardan beslendiği oranda güçlü bir ses olarak çıkabilir insanlığın karşısına. Bugün insanlığın yaşadıklarına baktığımızda, yaşatanları düşündüğümüzde, yaşananlara seyirci kalanları gördüğümüzde, bedel ödeyenleri getirdiğimizde aklımıza, karşılaştığımız tablonun bizde bıraktığı etki, şiirin gülümseyişi olmamıştır hiç şüphesiz. Emperyalistlerin, dünyayı bir sömürge gezegenine, insanlığı köle cennetine, ayrı ayrı coğrafyaları eş zamanlı olarak, kısa ve uzun erimli amaçlarını gerçekleştirebilecekleri savaş merkezlerine, bu merkezlere yakın bizim gibi ülkeleri de üslerine döndürdükleri bir çılgınlığın tam ortasındayız. Sırtımızı “batı”ya dönüp, 180 derecelik bir yay çizdiğimizde, bu yayın içinde bulunan ülkelerin karşı karşıya bırakıldıkları iç savaş oyunlarında, etnik unsurların birer maşa olarak kullanıldıkları bir durumda aydın, şair, yazar, sanatçı, bilim insanı, düşünür (felsefeci) ve ozan kimliğini sahiplenmiş olanların bu dağınıklığı bertaraf edecek örgütlenmelerin başını çekmesi gerekmiyor mu dersiniz? Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum, güneyimizdeki katliamlar, derin devletin kirli oyunları, Kafkaslarda yaptırılan pembe devrimler, Irak bataklığı, dünyanın beklide sömürgen eliyle kurdurulan, sözde bağımsız(!) bir Kürt Devleti, Suriye ve İran üstüne yazdırılan senaryolar, Afganistan karanlığı… Bütün bu olup bitenler, yüzyılımızdan önceki yüzyılda uygulanmaya çalışılmış, ancak çağın kimi değişen koşullarına bağlı değişken ve girişken güçlerinin birbirlerini dengelemelerinden ötürü bir türlü uygulanamamış ve yüzyılımıza bırakılmış bu kirlilikler, insanlığın büyük utancı olarak durmaktadır karşımızda. İşte sanatçının sorumluluğu ve görevi burada başlamaktadır: Eyleme geçecek gücün üzerindeki ölü toprağını silkeleyecek silkinişleri başlatmaktır. Tarihin her döneminde, yaşamakta olduğumuz bu türden olayların, gerçeklerin, benzer biçimde kendi dönemlerine özgü yaşana geldiklerini biliyoruz. Bu bir dolup boşalma, yükselip alçalma, kendi dönemini tamamlama süreci olarak da alımlanabilir; iyimser bir yaklaşımla. Ancak, saflık derecesinde bir iyimserliğe kapılmak, buz dağının su altındaki kütlesini görmemek olacaktır ki, asıl sorun burada yatıyor: Bizler yalnızca görünenlerle ilgili ve sınırlı sorumlu saymaktayız kendimizi! Oysa, yaşanılan herhangi bir olayın (en sıradan olanından en yaşamsal olanına kadar), bir oluş, ortaya çıkış süreci vardır ki, bu sürecin altını dolduran ve olayların arka planında yatanlar da bunlardır. Yukarda da vurgulamıştım, olayları algılayış biçimimiz, “derinlik-zaman-mekan” algısından yoksunsa, iki boyutlu düzlem üzerinde oyalanıp duracağız. Demek oluyor ki bu, insanlaşma çabamızda istenen düzeyde değiliz. Dünyanın, insandan yana güçlerinin bu kirliliğe dur demesi ve insanca yaşanılır bir dünyanın kurulması yönünde daha çok bir araya gelmesi, örgütlü bir güce dönüşmesi gerekmektedir. Doğaldır ki, özlemini çokça da duyduğumuz bir buluşma olacaktır bu. Bunu söylemek yetmiyor. Eyleme geçmek, tüm aydınlanmacı güçleri, yani uyuyan devi uyandırmak gerekir. Bu süreçte şiir, kışkırtıcılığı, devrimci ruhu, çoşkun sesi, cuşumculuğu, atılganlığı ve direk yüreği kavrayışıyla insanlığın önünde seğirtmiştir her zaman. Egemenler her zaman, şiirin, düzenlerini yıkıcı gücünden korktuklarından, tarihin her döneminde, şairi suçlu, şiiri yasak ve sakıncalı bulmuşlardır. Bundan ötürüdür ki, her fırsatta, kurulu düzenlerinin korunması ve bu anlayışlarının sürekliliği için, baskıcı, faşist, yasakçı, sindirmeci yöntemlere başvurmaktan geri durmamışlardır. Aydınlanma tarihimiz içinde bu baskılarla karşılaşmamış, işkence görmemiş, içeriye düşmemiş aydın, sanatçı, düşünür, yazar, şair yok gibidir. Dünyanın başka yerlerinde de böyle olmuştur. Her ülkenin (en gelişmişinden en geri kalmışına kadar) sicili bu anlamda bozuktur. Gerçeğe, bu açıdan baktığımızda bize yansıyan ve de bizim yansıtabildiğimiz bir yanı bu.

“Peki diğer yanında olup bitenler nelerdir” diye, ortaya atılacak bir soruya verilebilecek yanıtların ayrıntısına girmeden ve de konuyu fazla dağıtmadan şunu söylemekle yetinmeli şimdilik: Neresinden bakılırsa bakılsın/bakarsak bakalım, olağanüstü bir kuşatılmışlığın tam ortasındayız. Şimdilik alaca bir karanlığı yaşamaktayız, fakat arkadan gelense “kararlı bir karanlık”, bunu da dikkatinize sunmak isterim. Ama ben şuna da inanmaktan ve de insandan umudu kesmemekten yanayım: İnsanın olduğu her yerde, çok ama çok büyük sorunlar var. Artarak çoğalmaya da devam eden bir süreci de var. Farkındayım. Bir diğer farkında olduğum gerçekliğimiz ise, olabildiğince bölünmüşlüğümüz ve hala amip gibi bölünmelerimizi sürdürdüğümüzdür. Bunun önüne geçmek ilk işimiz. Bu bir. İkincisi de, sorunlar içinde boğulduğumuz ve karanlığın artarak hız ve güç kazandığı bu dönemlerde bile, çözüm üreten ve aydınlıktan yana insanların hala ayakta olduklarına, en azından kararlı bu karanlık kadar, aynı inatçı kararlılıkla çalıştıklarından da eminim. Evet bunlar bir yerlerde bizim gibi çalışmaktalar. Onlar da seslerini duyurmak için, varını yoğunu ortaya koymuşlardır. Bir elin çağrısını, kucaklaşmak için açılmış bağırın sahiplerini aramaktalar. Öyleyse bu çağrıya kulak kabartıp, bu bağıra sarılmak için koşturan bir arayışa girişelim derim. Çünkü, karanlığın arttığı bu dönemlerde bile bizleri sevindiren, gönendiren güzellikler, gelişmeler de yok değil. Sanat bunların başında gelmektedir. Sanatçının varlığı ise, en çok duyumsanandır (hissedilendir) bu zor ve de karanlığın gemi azıya aldığı dönemlerde. Öyle ki, sanatçılar, bu zor dönemleri aşmada insanlığın anahtarı olmuşlardır her zaman. Umutların tükendiği, belirsizliğin egemen olduğu, art arda bölünmelerin arttığı ve büyük dağılmaların yaşandığı bu tür dönemlerde, insandaki umudu yeşerten sanatçılar çıkacaktır mutlaka. Sanatçılar, şairler, aydınlar, yazarlar, düşünürler bunun için var. İnsan bunun için ve umudu için yaşar. Çünkü şairleriyle övünür toplumlar. Övüncümüz o kadar çok ki…

Sanat, var olandan devinerek (hareketle) olmayan bir biçimi, ölçüyü, kütleyi, rengi, sesleri, düzenleri, insani bir etkinliğe dönüştürme çabasıdır insanın. İnsandaki dehanın, nesneleşip somutlaşarak dışlaştırılmasıdır. Kantçı doğrultuda baktığımızda. Şöyle de diyebiliriz: “Sanat, insanın doğa ile denkleşme savaşımıdır(3)”. Ne doğayı aşabilecek bir “aşkınlığı” sağlayacak yetkinliktedir insan ne de doğanın kendisine sunduklarıyla yetinebilmektedir. Hep bir “aşkınlığın” peşindedir. Bu mutlak bir değişmezliktir sanat ve sanatçı için. Doğayı aşma, onun tek düşüdür. İşte insan, bu aşkınlığı, sanatın içinde bulabilecektir ancak. Sanatın dışındaki bütün disiplinlerde, insani olmayan bir yan bulabilmek, bu yanla karşılaşmak olanaklı. Bilimsel bir buluşun, insanlık için getirdiği büyük yenilik ve yararlıklarının yanında, insanlığa yaşattığı büyük acılar da yok değil. İnsanlığın belleğini alt üst eden, atomun parçalanmasıyla ortaya çıkan enerjiyi ölümcül bir silaha döndürerek, on binlerce insanın yaşamına son veren Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan atom bombaları bunun en çarpıcı, somut iki örneğidir. Felsefi bir düşüncenin, tarafı olunabileceği gibi, karşıtı da bulunacaktır mutlaka. En iyi amaçlarla ortaya çıkan düşünceler bile, belli bir zamandan sonra, ortaya çıkış amaçlarını çok çok aşan tehlikeli düzenlerin yaratılmasına da öncülük ettiği görülmüştür. İnsanlık tarihi, bunun çarpıcı örnekleriyle doludur. Hitler’i nasıl unutabilir insanlık? Şüphesiz ki felsefenin en birincil görevi, problemleri ortadan kaldıracak bir bilinçliliği insana kazandırmaktır. Yani bir diğer deyişle, “aklını kullanabilme cesaretini” insana göstermektir. Bu durumda yaklaşımımız, bakışımız hangi açıdan olursa olsun, mutlaka bir karşıtlıkla burun burunayızdır. Bu da şu demektir: En gelişmiş insan da bile, hazır (potansiyel) bir tehlike vardır. Düşünceyi eyleme dökme sürecinde. Bunlara şunun için deyindim; yukarda da vurgulamıştım: İnsan, sorunlarını aşmada üç temel alan belirlemiştir: “Sanat, bilim ve felsefe” diye. İşte bu üç temel alanda insanın eylemliliği söz konusu edildiğinde, sanat, gerek kendine özgü bir disiplinin oluşu ve gerekse “doğa-insan-yapıt” üçlemesinde bağımlı olduğu kavram/lar, yöntemler, teknikler ve son aşamada uygulamalar açısından, diğer iki disiplinden ayrılmaktadır. Felsefi bir metnin hazırlanışı ve sunuşunda; bilimsel bir deneyin de yine, hazırlık aşamaları, kullanılacak malzemelerin seçimi, deneyin özellikleri, amaçları, hedeflerinin saptanmasında, yöntem ve tekniklerin uygulanışında izlenecek yollar çok doğaldır ki, sanatın baş vurduğu yöntemler ve bağımlı olduğu kavramlar olmayacaktır. Çünkü, “sanatın gönülden bağımlı olduğu tek kavram özgürlüktür” de ondan. Özgürlüğe bu kadar bağımlı, bu kadar özgürlükle iç içe geçmiş bir başka disiplin gösterilebili(ni)r mi? Hiç sanmıyorum. Çünkü sanatın sınırları yoktur. Dolayısıyla da sanatçı bu özgürlüğü kullanabildiği ölçüde, büyük ve kalıcı yapıtlara imza atabilir. Bu yanıyla felsefe ve bilim disiplinlerinden farklılaşan sanat, bu iki disiplinden de oldukça yaralanır. İster bir resim olsun ya da yontu, ister bir müzik bestesi ya da yazınsal bir metin (şiir, öykü, roman, düz yazı vb.) olsun, her bir sanat etkinliği gerçekleştirilirken felsefenin ve bilimin kendisine sunduğu olanakları kullanır; kullanmaktan geri durmaz. Sanatçısı tarafından yaratılmış bir sanat yapıtının “anlamca” dayanaklarını felsefenin kendisinde bulur. Dili unutmamak gerek. Bu süreçte dil, her ne kadar sanat yapıtının “anlamca” çözümlenmesinde ve felsefi temellendirmelerin yapılışında bir araçsa da, asıl amaç olan “anlamın” kolayca açıklanır ve anlaşılır bir metne dönüştürülmesinde bir aydınlatma aracıdır da aslında. Bilimin bir sonucu olan teknoloji/teknik, sanatın baş vurduğu diğer bir araçtır. Kendi iletisini bir sanat nesnesi olarak insana sunma sürecinde.

Bilimin çözümleyici kimi yöntemleri ve teknolojik donanımları, sanatın daha çok insana ulaşmasında başat bir görev üstlenir. Bir yapıtın tıpkıbasımının (röprödüksiyon) çoğaltılıp dağıtılması, herhangi bir sanat olayının kayıtlara alınıp, çok kısa sürede insanlara görsel olarak sunulması, dijital baskı makinelerinin, büyük belgegeçerlerin (faksların), tekniğin en son buluşlarının kullanıldığı matbaaların kullanılması ve daha birçok bilimsel yöntem ve teknik olanakların kullanılarak sanatın daha çok yaygınlaşması, bilinmesi, sanat olaylarına insanların daha çok ilgi göstermesini sağlamıştır. Bütün bu anlattıklarım benim, sanatın, bilim ve felsefeden ayrıştığı noktaların nerede başlayıp nerede bittiğine, örtüşen yanarının ise neler olduğuna dikkat çekmekti.

“Yalnızca halkın şiiri ellerin anısını koruyabilir” diyor Neruda.
Bende şunu ekleyip şöyle demek istiyorum: Halkın şiirleri yalnızca ellerimizin anısını korumakla kalmaz, ellerimizi ve de kalemimizi bütün kirlerden arındırıp dupduru akan bir şiir yazdırır. Aslında Neruda’nın, kendi halk özelinde dile getirip ve hepimizin yüreğine su serptiği bu seslenişinin ardında, benim bu dile getirdiklerimin hepsi var. Çünkü, şairler, ister yaratı anında, ister ortaya çıkardıklarının işçiliğine başladığı atölye çalışmalarında olsun, kendilerini dış dünyaya kapatırken, “(…) halk, çamuruyla, toprağıyla, akarsuyuyla, maden cevherleriyle…” (4) türkülerini yakıp söylemeyi, çanak çömleklerini yapmayı hep sürdürdü, sürdürecek de hep. Bir yandan, kaybettiği eşinin, kardeşinin, yavrusunun, anasının, sevdalısının ardına düşüp ağıtlar yaktı, destanlar, masallar üretti, sevindi türkü yaktı, üzüldü maniler dizdi. Diğer yanda ulusal bayramlarını kutladı, kahramanlarını andı, baskılara, zulümlere, işkenceler, gözaltında kayıplara savaş açtı, hak aradı, düştü, vuruldu, öldü, yakıldı, yıkıldı. Yılmadı, direndi. Yaşama sevincini yitirmeden, umutlarına sarıldı tutundu.

Başlarına geçti birileri. Aldattı, kandırdı, sömürdü, aşağıladı. An oldu copuyla şehirlerde polisini üstüne saldı, gün oldu köyleri yakıp yıktı jandarmasıyla. Evler basıldı, kitaplar yaktırıldı, göz önünde, gözaltında eşleri, çocukları, kardeşleri, sevgilileri öldürüldü. “Ya sabır” deyip bekledi. Sabır taşı yarıldı da ondaki sabır, düşman çatlattı. Korktu, sindi, saklandı, aç susuz kaldı, uykusuz gecelerde sabahladı. Dayandı. “Acıyı bal eyleyip” sırat köprülerinde geçirdiler yaşamalarını. Bana mısın demediler, bunca zulüm, onca işkence, onlarca, yüzlerce, binler, on binlerce kayıplar vermelerine karşın. Ve şairimiz onlara şöyle sesleniyordu “kuvayi milliye/destan” ının girişinde:

“Onlar ki toprakta karınca
suda balık,
havada kuş kadar;
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.


Onlar ki uyup hainin iğvasına
sancaklarını elden yere
düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destanımızda yalnız onların maceraları vardır.



Demir,
kömür,
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
bil cümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.

En engin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için:
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.
(…)”

Bütün bunları onlar, kimsenin yardımı olmadan yapıyordu. Çanakkale’de, Trablusgarp’ta, Yemen çöllerinde, Balkanlarda, Kafkas cephelerinde savaşanlardı onlar. Öz yurdunu, Anadolu’yu “TÜRKİYE”ye döndüren Mustafa Kemal’imizin safında da yer tutandı onlar. Ve bugün, bu kararlı karanlığın üstümüze çullanmasına sebep olanlar da yine onlar. Çünkü filozofsuz bıraktığımız bu halkımızın başına, tabi ki geçecekti şarlatanlar. Ve öyle de oldu. Ama ben yine büyü şairimizin uyarıcılığına baş vurmayı yerinde buluyor ve onca sesleniyorum:

“(…)
kabahat senin
-demeğe dilim varmıyor ama-
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim
(…)”

Bir şair, doğal olarak bu kaynaktan beslenir ve beslenmek de zorundadır. Şiir, insanın bütün yarattığı güzelliklerin yanında, doğal olarak var olanların da anlamını kendinde barındırır. İnsanın yaktığı türküden, ağıttan, uydurduğu masaldan, söylediği manilerden, yaratıp diyar diyar anlatarak, kuşaklar boyu yaşattığı destanlardan, ekinde, yazıda, yabanda yapıp ettiklerinden, hamur yoğurup ekmek pişirmesinden, beslenmesinden, düğün dernek günlerinden, ölü gömme törenleriden… yani yaşamın bilcümle alanlarından tutun da, yağmura, güneşe, kara, rüzgara, fırtınaya, ağaca, kurda kuşa, çiçeğe böceğe doğada ki her bir şeye açık ve bunlardan beslenen bir şiir, halkın şiiridir ve türküleşerek bin yıllar ötesine taşınır; kuşak kuşak. Biz şair(!) olarak bunlara ne kadar yakın ve bunlardan ne kadar uzakta bir yaşam sürmekteyiz ki; buluşmalarımız kahve köşelerinde ya da sanal ortamlarda oluyor! Peki halk nerede ve kimin peşinde?..

Bir sevdanın, bir halk durumunun ve de duruşunun, sıradan bir insanın gündelik yaşamının içinde yer alanlar, bir türkünün izleğini sürüp ve türküleşen bir içtenliği taşımıyorsa yazılan şiir, ona şiir denilmez. Olsa olsa kişiselliği tatmin eden bir söylenme şeklidir bana göre. Bugünün şiirini doğuran dünün, yani geçmişin şiirinin bilinmesi de yetmiyor, sağlam yapılı bir şiir oluşturmak için. Yani bir diğer deyişle geleneği olmayan şiirin çıkacağı yol, halkın tabanlarını patlattığı ve de tabanlarıyla derin yara izleri bıraktığı yol olmayacaktır, yeni şiirin gittiği yol. Diyalektik bir bütünlük imlemiyorsa, salt günün sıradan tüketim alışkanlıklarına yanıt verecek bir düşünce (ki, buna düşünce denemez) ekseninde dar, sığ, derinlikten, özden yoksun, iki boyutlu bir düzlem içinde anlamsız arayışların bir yönsemesi olarak sunuluyorsa, bu yazılanların, ne evrensel anlamda şiir uygarlığında, yani tarihinde, ne de ulusal şiir geleneği, tarihi bağlamında bir anlamı olacaktır. “Ötekinin” şiiri, “öteki” şiir-MİŞ gibi okunup tüketilecektir. Tıpkı günümüzdeki gibi, satılmış kalemlerinin yazdıklarının roman, şiir, öykü-yMÜŞ aldatmacalarında olduğu gibi. Sözün kısası şu:

Toplumsal temeli, halk kaynağı olmayan bir şiirin ömrü, kumdan şatolar gibidir. En küçük bir deniz devinmesinin yarattığı minnacık su kımıldanışları karşısında aşınacaktır. Ve şiiri oluşturan ve anlamın içinde yer alan diğer izleklere geçmeden bu deyinmeyi Neruda’yla kapatayım istiyorum:

“(…)
Tüm şiiri canlandırması gereken saflığı ve gücü bana armağan edenler onlardır. Onların içinden geçerek dokunuyorum şiirin soyluluğuna, deriden, yeşil yapraklardan, sevinçten oluşmuş yüzeyine.
Onlar halkın şairleridir, gösterişsiz şairler, bana ışığı gösteren.”



30 kasım 2005
Ali Ekber Ataş

Dipnotlar:
(1) Denemeler, Prof. Dr.İsmail Tunalı.
(2)Önce Şiir Vardı, Oktay Akbal
(3)Prof. Dr. İsmail Tunalı, a.g.e.
(4)Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, P. Neruda.
Copyright © ::..OZGUR PENCERE..::::..OZGUR PENCERE..:: Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2006-01-28 ( )









ÇOCUK YARATICILIĞINDA BİR DİL OLARAK RESİM, YAŞANTI OLARAK OYUN - Ali Ekber Ataş
İnceleme

"Çoçuk Yaratıcılığında Bir Dil Olarak RESİM, Yaşantı Olarak OYUN" adlı bu araştırma-inceleme yazım, uzun yıllardır üzerinde çalıştığım "OYUN ve RESİMİN ÇOCUK GELİŞİMİNDEKİ ÖNEMİ" adlı çalışmamın içinden özetlenerek alınmıştır. Sevgiyle. Ali Ekber ATAŞ

ÇOCUK YARATICILIĞINDA BİR DİL OLARAK RESİM,
YAŞANTI OLARAK OYUN...


ALİ EKBER ATAŞ(*)

Hiç düşündünüz mü...
Biz büyüklerin dünyasında çocukların mutsuzluğunu, mutsuz çocukların çokluğunu?
Kendilerini çevreleyen koşulların, önlerinde nasıl da aşılmaz duvarlar ördüğünü?
Bu duvarları aşmanın güçlükleri karşısında çocukların yaşadıkları sıkıntıları, doyurulamayan duygusal dünyalarında yarattığımız düş kırıklıklarını bir düşünün hele?...
Dünyayı kavrayış bilincimizi oluşturan düşüncelerimiz arasında, geleceğimizin temel unsurları olan çocuklarımıza indirdiğimiz darbelerin yarattığı hasar, doğanın, insanda yarattığı hasarlardan daha yıkıcı ve kalıcı etkiler bırakmaktadır. Öyle ya, “Çocuklar geleceğin büyükleridir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ümüz ile “Çocuk geleceğimizi belirler” diyen, Türkçe’nin yaşayan en büyük şairi, F.H. Dağlarca, aynı amaçlarda birleşip aynı hedefi gösteriyorlardı bana sorarsanız: Bilimin yol göstericiliğinde, “bilimi dinden aklı inançtan” kurtarmış() bir toplum yaratmaktı. Ki bunun adı “aydınlanmadır”. Ama bakıyoruz da, 82 yıllık Cumhuriyet tarihimizde yaşanılanlar, hiç de iç açıcı bir görüntü içermiyor ne yazık ki! Bunda “aydınlanmacı” güçlerin büyük bir sorumluluk taşıdıklarını düşünüyorum ben. Mustafa Kemal’imizin bıraktığı Türkiye’de, okul sayısını katlayarak aşan camileşme ve de ümmetleşme çılgınlığı, böylesine ölçüsüzce yaygınlaşmamıştı. Oysa O, “kuldan-köleden bireye, tebadan halka, ümetten ulusa bir değişme ve gelişmenin” tarihini yazmıştı. Şimdi öylemi ya? Yaptırılan her okulun karşısına ya bir cami diktiriliyor ya da caminin bulunduğu bir alanın çok yakınına yaptırılıyor okul. Bu bilinçli, dizgeli, amaçlı ve de hedefine ucun ucun varan bir siyasallaşmanın ve de kararmanın çok ciddi adımlarıdır. Bu biline...

Bu küçük anımsatmadan sonra söylemem gerekenlere gelirsek, şunları diyebilirim:

Biz büyükler, yaşadığımız dünyayı “yalın ve doğal” durumunu yalıtıp, karmaşık ve içinden çıkılamaz bir duruma dönüştürmede inanılmaz derecede bir başarı gösteririz. Çocuklar(ımız) ise, bu karmaşık ve içinden çıkılamaz durumdan, sorunlarla yüzleşip onlarla baş etmenin yol ve yöntemlerini “OYUN ve RESİM” aracılığıyla öğrenirler. Bu süreçte “oyun”, düşsel bir seziştir yaşamın inceliklerini öğrenme konusunda çocuk için. Resim ise, çocukça dünyalarında, yetenek, yaratıcılık, özgürlük ve özgüvenli bir kişilik geliştirip dışlaştırmasında, başvurduğu diğer bir gereksinme aracıdır çocuğun. Sözünü ettiğimiz yaratıcılık, hiç şüphe yok ki, “yeni bir şeye varlık kazandırma ya da varlığa anlam katma” etkinliğinden çok, çocukça bulguların, resmin olanakları (resminin konusu, boya, fırça, kağıt, kalem, çizgi, biçim-form-, leke, renk, farkında olmadan oluşturduğu açık-koyu, ışık-gölge değerleri vb.) içinde, somut bir ifadeye dökülmesinin, bize, görünür-bilinir kılınmasının, özgün ve çocuğa özgü bir resim diliyle kendi dünyasında yaşadıklarını bize anlattığı bir etkinlik olarak düşünülmeli. Çünkü, “yeni bir şeye varlık kazandırma ya da varlığa anlam katma” uğraşımız olan resim yapma isteği (bunu söylerken, çocukların yaptıklarının anlamsız olduğunu vurgulamak istemiyorum. Tam aksine, onların anlamlandırdıklarıyla, bizim anlamdan çıkardıklarımızın birbirinden ayrı şeyler olduğunu söylemek istiyordum) belli okumaların, birikimlerin, yaşanmışlıkların ve bağlantılandırmaların da işin içinde olduğu bu bilinçli etkinliği, bir öze dönüştürmek ve dışlaştırmaktır aslında. Doğrudan bir “bilme”, diğer bir değişle, bilinçlilik egemendir sözünü ettiğimiz yaratıcılıkta. Çocuktaki yaratıcılığa gelince:
Çağrışımların, çok daha başka içsellikler içerdiği (öfke, şiddet, yalnızlık, önemsenmemek,kendini ifadelendirememek, bir yere, bir gruba ait olamamak ya da grup içi iletişim ve etkilenmelerde kendiliğinden bir tavır geliştirememek gibi. Ya da tam da bunların tersi, çok olumlu bir kişilik geliştirebilir) çocukça bir dünyanın, çarpıcı renkler, alabildiğine özgün çizgi ve biçimlere dönüştüğü ve bütün bunların, daha çok duygu boyutunda işlendiği(çocuk tarafından) bir resimsel kurguyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek isterim. Çocuk resimlerinin düşünsel boyutunun, çocuğun birikimlerine ve yaşanmışlıklarına denk düşen bir dilde ele alındığını da gözden kaçırmamak gerek. Bu anlamda çocuk resimlerine bakışımız, onlara eleştirel yaklaşımımız hiç şüphe yok ki, bir ustanın çalışmalarını/resimlerini değerlendirme ölçeklerinde olmayacaktır. Çok daha özel koşullarda ele alınıp değerlendirilmesi gereken resimlerdir çocuk resimleri çünkü...

İnsan, doğası gereği hep bir şeyleri değiştirme, bozup-yapma uğraşı içerisindedir. Bu değişime en zor ayak uyduran da kendisidir yine. Daha doğru bir söylemle, her yenileşme eylemi beraberinde, değişimi de getirdiğinden, buna karşı koyup engelleyenin, yine insanın kendisi oluşu, bir çelişki gibi görünse de bize, işin doğası bunun böyle olduğunu öğretmektedir zamanla insana. Şu yaşadığımız ortamda/dünyada çocuklarımıza sunduğumuz olanaklar ve onlara hazırladığımız geleceği düşündüğümüzde, değişimlerin ve de gelişmelerin olumlu yanlarının çok da iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz.

Bu durumda şu soruyu sormak ve de yanıtını birlikte aramak yerinde olur kanısındayım:
Öyleyse, bütün bunlar olup-biterken, hangi birimiz ya da yapılıp edilenlerin hangi biri, “geleceğimizin büyükleri çocuklarımız” düşünülerek hazırlanmıştır?

Bu ve benzeri sorulara “evet” yanıtını vermek, çok iyimser bir yaklaşım olur(du). Ardımızda yaşanmışlıklar, önümüzde belirsizlikler sürüp giderken, bu gibi soruları daha çok soracağa benzeriz. Kaldı ki, yaşadıklarımızdan da dersler çıkarmaktan hep kaçmışızdır; sorunlarımızın çözümlerini bir başkalarına bırakarak...

Şu portreden çizmeye çalışacağım şu görüntülerin, çocuklar üzerinde nasıl bir etki yarattığını bir düşünmenizi istiyorum: Koca koca ellerimiz (vurdu mu ses getiren, renk veren), iri gövdelerimiz, sert sevimsiz bakışlarımız, çatık kaşlarımız, hiç gülmeyen asık surat ciddiyetimiz ve ürküten bağırış çağırışlarımızla biz büyükler. Karşılarında asla kavrayamayacakları korku salan bir devler dünyası: Yaşadığımız mekanlar, gezdiğimiz alanlar, bindiğimiz arabalar, yürüdüğümüz caddeler, trafik düzenimiz, dolaşmaya çıktığımız sokaklar, inip çıktığımız (ama asla bir daha çıkamadığımız) merdivenlerimiz, oturduğumuz evler, döşediğimiz odalar, hatta çocuklarımızın giydiği elbiseye, odalarına aldığımız mobilyalara kadar her şeyi düşünen(!) bizler... bir düşünün hele. Yeri gelmişken soralım: Kaçımız, çocuklarımızı kendi donanımlarımızla tutsak aldığımızın farkında acaba? Daha da kötüsü, onları, hiç mi hiç önemsemeyip görmezden geldiğimizin?
Doğaldır ki biz büyüklerce tasarlanan bu dünyada çocuk; yalnızca korkuyu, yalnızca boyun eğmeyi, yalnızca sessiz ve uslu durmayı öğrenecektir. Dostluk, arkadaşlık, paylaşım, birine sevgi duyma, güven oluşturma, yardımseverlik, bağımsız hareket edebilme ve özgüven sergileyebilme gibi... insanı kuşatan, insanlaştıran değerlerin ne anlama geldiğini öğren(e)meden, bilmeden, yaşayamadan büyüyüp biz büyüklerin dünyasına karışacak. Kendinden sonra geleceklere de bırakacakları dünya, bizim onlara bıraktığımızdan farklı olmayacaktır. Bu, sözünü ettiğimiz kavramların gerçek anlamlarını öğrenemeyen çocuk; bencillik, hırs, insanı ezen rekabet, kendini beğenmişlik, kısa yoldan köşe dönmek, adam kayırma, iş bitiricilik gibi... “Özalist”, yoz kavramlara sıkı sıkıya sarılacak ve çocukların karşısına acımasız bir büyük olarak dikilecektir. Bütünüyle çocuğun dünyasına aykırı (yalnızca çocuğun mu!) böylesi bir anlayışın egemen/baskın olduğu ortamlarda büyüyen çocuk, ne bu dünyanın insanı olacaktır ne de bu dünyaya güven duyacaktır. Güvensiz bir ortamda, büyüklerle yaşamak zorunda bırakılan çocuk, yabancısı olduğu bu dünyada mutsuz olacaktır. Bu durumda, büyüklerin katı kurallarıyla dolu sıkıcı dünyasından kendisini kurtaracak bir başka ve daha özgür duyumsayacak dünyanın arayışına girer çocuk. Korku ve güvensizliğin egemen olduğu bu ortamdan kurtulmaya yönelik giriştiği çabası, çocuğun, vazgeçemediği iki önemli gıdasına, “Oyun ve Resim.”e yöneltecektir onu:

Oyun, düşsel bir dünyaya yolculuktur, korkunun ve güvensizliğin hüküm sürdüğü bu tip ortamlarda çocuk için. Yarattığı düşsel dünyada, oyunlaştırdığı yaşamıyla bir denge kurmaya çalışacaktır çocuk. “Kişi olarak ben, büyüklerin arasında “yitik” bir varlığım. Beni anlayan, dinleyen, sorularıma doyurucu yanıtlar verecek birine ihtiyaç duyduğum bir zamanda, neden beni görmezden geliyor herkes? Neden söylediklerime kulak verilmiyor, dikkate alınmıyor?” diye kendi kendine sorular sorarak düşünen, öyle duyumsayan (hisseden) çocuk, yarattığı bu düşsel (oyun) dünyanın içinde bütün bu olumsuzluklardan (kısa süreli de olsa) uzaklaşıp kendini yaşar. Anlamlı bir varlık olduğunu duyumsar. Düşsel bir dünyanın hem bir egemeni hem de her güçlüğü yenebilecek bir kahramanıdır artık o. Bu yanıyla çocuk, oyunlaştırıp kurguladığı bu çocukça dünyasında, kendince ürettiği çözümlerle, tüm güçlüklerin üstesinden gelir: Katışıksız bir dünyadır bu. İçinde duruşlarıyla, ilişkileriyle, saf(arı) ve temiz oluşlarıyla yalansız, dolansız yaşar çocuklar. Belki de böyle yaşadıkları içindir ki, kendimize göre yarattığımız bu karmaşık, alabildiğine sorunlarla dolu dünyamız, onları mutsuz etmektedir her zaman. Bundan kurtulmak için de, ya “oyun”a başvurular ya da “resime” yönelirler. Kendilerini mutsuz eden bu karmaşık ve kaba dünyadan ancak resim yaparak ve oyun oynayarak kurtulur çocuk.

“Oyun ve resim”, çocuğun vazgeçilemez iki önemli gıdasıdır. Bu iki önemli olguyla yaşama sarılan çocuk, tutunacak bir başka üçüncü dalın olmadığını da doğası gereği bilir. Doğal gelişimi içinde çocuğun, bu iki önemli gıdasının onun yaşamındaki etkilerine bir bakalım dilerseniz:

Öyleyse nedir “oyun”?
Ya “resim” neyi ifade eder bir çocuk için?
Dilerseniz sorularımızı yanıtlamaya geçmeden önce, çocuklara ilişkin söylenegelen atasözlerimiz ve deyimlerimizden örnekler vererek, daha sonra sözcük anlamına değinip içeriğine ilişkin sorularımızın açıklamasına öyle geçelim.
İşte, alın size çocuklarımıza yönelik dilimize yerleşmiş atasözleri ve deyimlere birkaç örnek:
• Çocukluk etmek (Akılsızca iş yapmak.).
• Çocuk oyuncağı haline getirmek (Bir işi, sık sık yön ve biçim değiştirerek, küçümsenir duruma düşürmek.).
• Çoluk çocuk (İşe aklı ermeyen çocuklar, gençler.).
• Çoluk çocuk elinde kalmak (Deneyimsiz, çok genç kişilerin yönetimi altında yaşar olmak.).
• Çocuğa iş, ardına düş.
• Çocuğa iş buyuran, ardınca kendi gider (Çocuk kendisine ısmarlanan işi beceremez. Onun için arkasından işi buyuran da gitmesi gerekir.).
• Çocuğun bulunduğu yerde dedikodu olmaz (konuşabilen çocuğun bulunduğu yerde dedikodu olmaz. Çocuk bu sözleri başkasına ulaştırabilir (korkusuyla) dedikodu yapılmaz.).
• Çocuğun yediği helal, giydiği haram (Çocuğun iyi beslenmesi için para harcamak yerindedir. Çünkü büyümesi, gelişmesi yemesine bağlıdır. Ama pahalı giysi ile donatılması doğru değildir. Çünkü çocuk giyeceği hor kullanır; kirletir, yırtar. Giysi korunsa bile beş altı ay sonra çocuğa küçük geldiğinden kullanılamaz.).
• Çocuk seversen beşikte koca seversen döşekte (Çocuğu kucağına almadan, beşikte yatarken sev...).
• Çocuktan al haberi (I. Büyükler bir konuyu işlerine geldiği gibi anlatırlar. Çocuk yalan
dolan bilmez. Her şeyi olduğu gibi anlatır. Onun için haberin doğrusu çocuktan alınır.
II. Gizli şeyler çocuğun yanında konuşulursa çocuk bunları öğrenir ve gizlilik
kavramını bilmediğinden, olduğu gibi başkasına söyler.). (*)

Köken olarak ve sözcük anlamına gelince, açıklama olarak şunlar yazılıyor sözcüğün ve kökeninin karşılığında:
OYUN, tr. Oy (çukur)dan oy-un/oyun(gerçek anlamı çukur açma), anlam genişlemesiyle oynamak, biriyle eğlenmek, aldatmak...
Oyun oynamak (eğlenmek, genellikle çocuklarda), oyun oynamak (birini aldatmak, kandırmak, tuzağa düşürmek).
Oyuncu, Oyunbaz, Oyuncak gibi... Değişik anlam genişlemeleriyle birden çok anmlamı hatta mesleği içermesiyle çağrışımları oldukça geniş bir sözcük.
Sözlük anlamıyla oyun, on bir değişik anlamda da olsa, çocuklara ilişkin olanın karşılığında şunlar yazılı: Genellikle çocukların oynadığı, hiçbir çıkara dayanmayan, eğlenceli yarış vb. Bir başka açıklamada da şöyle yazıyor: Kafaca ve bedence yetenekleri geliştirmek ereğiyle yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma. Bir başka anlamı da şaşkınlık verici hüner olarak belirtilmiş...
Bütün bu açılamaların ışığında, bizim üzerinde durduğumuz “oyun” kavramı, insan bilimlerinin bir dalı olan psikolojideki anlamıyla çocuğun gelişimindeki rolünü karşılayan anlamıdır ki, bunu da kısaca şöyle açıklıyor, “NİÇİN OYUN” adlı yapıtında sayın Prof. Dr. Mücella Uluğ: (...)“..oyun yenilik ve değişiklik arzusuna verilen olumlu bir cevap..”(...), (...) “..kendi kendisini eğlendirmesini sağlayan bir araç..”. “..Oyun, çocuğun kendisini, diğerlerini ve çevresindeki eşyaları daha iyi tanımasına yardımcı..” bir araçtır. “Temel olarak, öğrenmeyi öğrenme olanağı verir. Kısaca oyunun kalitesine bağlı olarak, çocuğun zihni, fiziki yeteneği, emosyonel alışkanlıkları ve kişiliği gelişir.”

O halde, böyle bir tanımlamadan yola çıkarak söyleyeceklerimize gelirsek şunları sıralamak gerekir:
Çocuğa özgürlüğünü kazandırmanın, kişiliğini geliştirmenin en temel, en kestirme yollarından biridir oyun. Bunun ilk adımı da çevresindeki mekanı, nesneleri, sesleri doğrudan algılayacak, onlarla birebir etkileşimde bulunacak bir ortam serbestisini yaratmaktır. Zengin oyun çeşitliliğini kendisine sunacak bir olanaklar dizisini oluşturmak ve bunları belli bir dizge bütünlüğü içinde aşama aşama hazırlayarak onu bu sürece katmak bir başka önemli aşamasıdır işin. Çocuk, bu süreçte, sosyal yaşamın inceliklerini öğrenirken, psikolojik (ruhsal), biyolojik ve fiziksel gelişiminde de önemli aşamalar kat eder. Çocuğun hareket alanını genişletmek, koşmasını, eğlenmesini, oyun oynamasına olanak sağlamak gerekir. Çünkü çocuğun bu hareket serbestliği, sürekli devinim içinde bulunması iki açıdan önemlidir: İlki, fiziksel ve biyolojik açıdan, diğeri ise ruhsal, yani psikolojik açıdan gelişimine sağladığı katkılar olarak söyleyebiliriz. “Niçin Oyun” adlı yapıtında, sayın, Prof Dr. Mücella Uluğ, bu konuda şunları yazıyor: Bir yetişkinin gününü belirli faaliyetlerle (çalışmalarla) geçirmesi beklendiği gibi, bir çocuktan da oyun oynaması beklenir. Çocuğun oyunu, verim bakımından yetişkinin çalışmasıyla eşdeğerdedir. Yetişkin çalışarak kazanıyorsa, çocuk da kişilik, beceri ve zeka bütünlüğünü oyun oynayarak geliştirmektedir. Oyun oynamayan veya az oynayan çocuğun ruhsal dengesinden, psikolojik gelişiminden şüphe edilir...”
Fiziksel açıdan oyun, çocuğun, büyük ve küçük kas gelişimine etkiler yaparak, kasların güçlenmesini sağladığı gibi, hareketlerinde de sağlamlığı getirecektir. Biyolojik gelişiminde ki etkisi ise; aldığı besinleri tüketen çocuk, ortaya çıkan enerjisini de bir şekilde boşaltmak, tüketmek durumundadır. Onun için sürekli devinim içinde, büyük bir merak ve özenle çevresinde olup bitenleri ilgiyle izler. Yeni yeni şeyler keşfetmenin mutluluğunu içten içe yaşarken, öte yandan da değişik şeylere yönelmekten geri durmaz. Ruhsal, yani psikolojik gelişiminde ise, kişinin sosyalleşmesi, aidiyet duygusunu kazanması, özgüveninin artması ve kişiliğinin oturmasında da etkili olduğu, bilimsel bir kesinlik artık. Çocuğa sağladığımız oyun alanları ve öğrettiğimiz değişik oyun türleri de bu süreçte pekiştirici bir etki yapacaktır. Sürekli devinim içinde olduğunu, ilgi alanlarının çok değişken ve çok çeşitlilik gösterdiğini bildiğimiz çocuk, büyük bir merakla öğrenme ortamına yönelecektir. Çocuğun, bu ilgi ve yöneliminin önünü tıkayıp ona yasaklar koyduğumuzda, kendisini bulma ve ifadelendirebilme özgürlüğünü, bu özgürlüğü kullanabilme koşullarını da ortadan kaldırmış olacağız böylelikle.

Peki, böylesi bir durumla karşılaşan çocuk ne yapar?
İlk tepkisi ne olur?
Bu ve benzeri sorulara, bir tek nedeni olan yanıtlar vermek olanaksız. Çünkü, çağımız gereği kimi durumların ortaya çıkmasına etkisini düşündüğümüz birçok neden ortadayken, bu sorulara toptan bir yanıt yerine, belli başlı durumları içinde bulunduran kişilik özelliklerini sıralamak yerinde olur. Çağın gereği sarsılmaz denilen birçok değer silinip giderken, yeniliğe kapalı oluşuyla, bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda ya da yarı açık toplumlarda yok olup giden bu değerlerin yerine yenilerinin konulamayışı, belki de yeniliğe tepkili oluşu, aşağıda deyineceğim kimi olumsuz kişilik özelliklerinin çoğalmasına da aynı yönde etki etmektedir, çoğunlukla. Bunlar:

1. Benlik duygusunu kaybetmesi.
2. Kendine olan güvenini yitirmesi.
3. Başkaları, –özellikle anne baba- tarafından sevilmediğini, önemsenmediğini duyumsaması.
4. İçine kapanık, içe dönük bir kişilik geliş(tir)mesi.
5. Grup oyunlarına katılmaktan çekinip tedirginlik duyması.
6. Sürekli hata yapacağım korkusuyla boğuşması.
7. Bildiği halde, öğrenme ortamlarında sorulan sorulara yanıt vermekten kaçınması.
8. Aşağılık duygusu geliştirmesi.
9. Yalanı, kendisini güvende duyumsatıcı bir rol arkadaşı olarak seçmesi ve avuntularla yaşamaya başlaması.
10. “Niye yalan söylüyorsun” dediğinizde, “Ben yalan söylemiyorum, arkadaşım böyle söylememi istedi” ya da “Hayır kardeşim yalan söylüyor. Hiç doğru konuşmuyor...” gibi bahaneler uydurup kendini savunmaya çekmesi.
11. Okul başarısında giderek düşüş gözlenmesi.
12. Oyun arkadaşı çok olmadığından ya da yok denecek kadar az olmasından, gerek dışa dönük yaşamında ve gerekse iç dünyasında çatışmalar yaşamaya başlaması.
13. Sosyalleşemediğinden, aidiyet duygusunu da geliştirememiş olması.
14. Her geçen gün, ilgi alanlarında yalpalamaların artması, gerek okul ve gerekse sıradan etkinliklerinde bile, grup çalışmalarında güvensizlik/özgüven yoksunluğu yaşaması ve sürekli bir seyir izleyen bir verim düşüklüğü yaşaması.
15. İlerleyen yaşlarda, giderek, ya içe kapanık bir yalnızlık yaşaması ya da bu eksikliğini
giderecek yeni arayışlara (sigara,hap,uyuşturucu vb. bağımlı alışkanlıklar edinir)
girişmesi, uygun olmayan ortamlarda bulunması ve bunu bir alışkanlığa dönüştürmesi.

Bu ve benzeri durumların, çağımız gereği çoğalmış olması, şüphesiz ki yalnızca ailenin sorunu olmayacaktır. Gerek çocuğun, gerek okuduğu okulun ve gerekse çevrenin ve de giderek toplumun bir sorunu olduğundan, buna getirilecek çözümün de sorunun parçası gibi duran herkesin çözüm yönünde adım atması gerekmektedir. Çünkü sözünü ettiğimiz ve başlıklar halinde sıralamaya çalıştığım olabilecek ve her zaman karşılaştığımız bu olaylar, tek başına çözümü bulunabilecek sıradan bir durum da değil. Öyleyse bizler, ebeveynler/anne-babalar olarak, çocuğun ilgilerinin çok çeşitlilik, değişkenlik gösterdiği ve çevresinde olup bitenleri büyük bir merakla gözlemlediği bu değişim ve gelişim dönemlerinde daha dikkatli, daha sabırlı, daha olgun ve daha yakınında olduğumuzu duyumsatmalıyız kendisine her an.
Bizi/bizleri, karşısında engel koyan, zorluklar çıkaran, sınırlar çizen, özgürlüklerini daraltan, kişiliğini yok sayan/ezen biri olarak değil; oyunda arkadaş, zorlukları aşmada kendisine yardımcı bir dost, sevgiyle yaklaşan, özgürlüklerini çoğaltan, yeri geldiğinde de kendi olumsuzluklarına dur diyecek biri olarak algılamalı, öyle görmeli çocuklar. Bunu da gösteren biz olmalıyız.

Psikologlar, oyunun çocukta kişilik, beceri, zeka, yaratıcılık ve duygusal doyum gibi, bireysel değerlerin gelişmesinde çok önekli payının olduğunu söylemektedirler.Psikolojik gelişimine de katkı sağladığı bilimsel bir kesinlik artık. Bu konuda, aynı kitabında sayın Uluğ şöyle devam ediyor: “...Psikolojik yapının yanı sıra, biyolojik yapıda da rol oynar. Örneğin çocuklar büyükler kadar uzun süre oturamazlar, ayaklarını sallarlar, topuklarını iskemleye çarparlar, sıçrar, kollarını oynatır,eşyalara dokunur, parmaklarını hareket ettirir veya bazı sesler çıkarırılar.
Bu durum enerji boşalımından çok, gelişim bütünlüğünün yetersizliği ve hareket sisteminin iyi kontrol edilememesindendir. Bu nedenle sık sık satırlar halinde yazı yazmak, dik oturmak, fısıldamak gibi ince ve kusursuz hareket gerektiren faaliyetleri zorlukla geliştirirler. Hareket etmek bir zorlama olmadığı sürece, çocuğa sağlık ve sağlamlık getirir. Kısaca çocuktaki bu kıpırdama hali hareket kontrolünün eksikliğinden doğar. Ve çoğu kez ‘oyun’ diye adlandırılır...”

Antropolojik araştırmaların ortaya koyduğu bulgular, “oyunların” toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya, bölgeden bölgeye çeşitlilik ve şiddetinin değişiklik gösterdiğini belirtmektedir. Gelişmiş ülkelerde (ABD. Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İskandinav ülkeleri vb.) sağlık, eğitim, iyi beslenme ve barınma, düzenli uyku ve kaygısız yaşam, kültürel doygunluk, sosyal yaşam koşullarının tam ve eksiksiz olduğu ortamlarda yaşamlarını sürdüren çocukların, daha çok oyun oynadıkları, oyuna daha fazla zaman ayırıp önem verdikleri gözlemlenmiştir. Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde ise, bu koşullardan yoksun yetişen çocukların, hemen hemen yok denecek kadar az oyun oynadıkları bilinmektedir.

Oyun, çocuğun sosyalleşmesinde en önemli özelliklerin başında gelir. Kendi içine kapanık, oyundan ve kendi yaşıtlarından kopuk bir yaşam sürdüren çocuğun sosyalleşmesinden söz edilemez. Çocuk psikiyatristi Dr. Mazlum Çopur, “Çocuk oyunla paylaşmayı öğrenir, bencillikten kurtulur. Kendi haklarını savunmayı, başkalarının haklarına saygı göstermeyi öğrenir” diyor, 1998 yılında Cumhuriyet gazetesinde kendisiyle yapılan kısa söyleşide. Aynı söyleşisinde şöyle devam ediyor sayın Çopur: “...Çocuğu tehlikeli olmadığı sürece müdahele edilmemeli. Ancak yanlış bir şey yaptığında da uyarılmalı. Uyarma kesinlikle bağırma ya da dayakla olmamalı...”
Değişik olanaklar yaratıp yeni oyun alanlarını çocuğa hazırlamak, oyun çeşitliğini artırmak, ona yeni ufukların, yeni dünyaların kapılarını aralamakla eş değerdedir. Bu anlamda çocuğa yaklaşımlarımızda onları anlamak, dinlemek ve onlara yeni koşullar hazırlamanın yanında, yaşamımızı dolduran olayları tüm gerçeklikleri içinde, çarpıtmadan, onların anlayabileceği yalınlıkta oyunlaştırarak onlara anlatmak, kavratmak gerek. Şunu da belirtmeden geçmemeli: Çocuk oyunlarını bizler, pek ciddiye almayız ya da çok mantıklı bulmayız. Her iki anlamda da bu yaklaşımlarımızın hasta, sakat olduğunun kaçımız farkında? Unutmamalı ki çocuklar, çevresinde gelişen olayları büyük bir dikkatle gözlemler ve biz büyüklerin bu olaylar karşısında tavırları, göstereceğimiz davranışları da aynı dikkat ve özenle gözlem yoluyla belleklerine kaydederler. Ve de unutmazlar. Çocuk çevresinde gelişen olayların ayrıntılarıyla pek ilgilenmez. Çok genel hatlarıyla kendi dünyasına denk düşüreceği bir anın fotoğrafıyla ilgilidir o. Bu anı yakaladı mı belleğine yerleştirmekte bizlerden daha ustadırlar, aynı zamanda. Yalınlık, onların en çarpıcı özelikleri olmasının yanında, yalın ve basit olana yönelmelerinde de, yaşamı karmaşık hale getirmeden yaşamakta da bizlerden ustadırlar. Bunu, tüm çıplaklığıyla çocuk resimlerinde gözlemlemek olanaklı: Canlı ve parlak renkler, ayrıntısız yalın çizgiler, kendilerine özgü yaratılan biçimler, kurgusu ve resim düzlemi içinde hiçbir kurala bağlı kalmaksızın, cesur, kışkırtıcı bir görsel dilin aynı yalınlıkta ve ustalıkta betimlediği nesneler, figürler, lekeler,dokular... Bu ve resmi tamamlayan, ona varlık kazandıran, anlam yükleyen benzeri resimsel ögeler, çocukların, olaylar karşısındaki tavır ve davranışlarının biçimlenmesindeki ipuçlarını vermesinin yanında, kişiliklerini buldurmada da etkili yol olmuştur her zaman; kanımca.

Kişilik, özgürlük, yaratıcılık, bağımsız davranabilme, özgüven geliştirme, kendisi ve de çevresiyle barışık yaşayabilme, önderlik yapabilme, gerek bireysel ve gerekse grup içi davranışlarda bütünlüklü bir yapıyı oluşturabilme, kurgulayabilme, bu yapı içerisinde insanlar arası iletişimi güçlü bir hale getirme gibi... Çok çeşitli kişilik özelliklerinin sergilemesinde ve sözünü ettiğimiz bu kavramların oluşmasında, yerleşip gelişmesinde “Resmin Sanatının” önemli bir işlev üstlendiğini düşünüyorum. Çünkü çocuğun daha kalemi eline alır almaz, doğrudan resim sanatıyla kurduğu bağ, onun, yaratıcı bir hayalgücüne, özgüvenli bir kişilik geliştirmesine de olanak sağlamaktadır. Sınırsız bir özgürlük duygusunu hem yaşatmış olması, hem de çocuğa kazandırmasıyla da çocuğun dünyasında inanılmaz bir zenginliğin de ortamını hazırlamaktadır bize göre.

Çok iyi bir resim öğrenimi bile, hayatın derin ve anlamlı akışından uzak, bu anlamı kavrama yetkinliği ve becerisi olmayan kişileri etkilemez.Çağların duyuş, düşünüş yönlerini bilinçle kavrayan ve teknik becerileri gelişkin ressamlar/sanatçılar, yaşadıkları toplumun derin öz ayrıntılarını, varsıl(zengin) geleneksel yöntem ve tekniklerini çalışmalarına aktaranlardır. Bunu da kendi özgünlüklerini koruyarak, toplumsal dönüşümlerini, kendi sanatsal anlayışlarının düşünsel ve felsefi temelleri üstünde kurarak gerçekleştirirler.
Her sanat dalı gibi resim de çağdaşlaşan bir geçmiş ve gelecek bilincine gereksinme duyar. Yerel, bölgesel ve ulusal gelenekler, bu açıdan yaşayan “Çağdaş Resim Sanatına” yeni açılımlar sunar. “Çağdaş Resimde”, yerel ve ulusal biçemlerin(üslupların) ortadan kalktığı, uluslar arası evrensel bir kavrayış ve anlayışın egemen olduğu savı bana göre, yerelden ve ulusaldan kopuşun bir yansıması gibi durmaktadır. Bence, her sanat yapıtı, dolayısıyla sanatçı, yerel ve ulusal kaynaklardan beslenir. Bu kaynakların coğrafi dokusunu, ekinsel(kültürel) sesi ve rengini, yerel ve ulusal biçemlerini(tarzlarını), bir sanatçı olarak hem sanat anlayışında, hem düşünsel dünyasında ve hem de ilklerinde özümseyerek tüm dokusuna işler. Onu evrensele, evrensel bir dil ve kimliğe taşıyan da budur zaten. Bir kültürü, sanat tarzını, sanatçıyı, yapıtını ete kemiğe büründüren (tüm) bu değerleri, kendi yerelliğinden,
coğrafyasından, ulusallığından koparmak, evrensel bir tabana oturtmaya çalışmak, ona evrensel anlamlar yüklemek demek, onu köklerinden koparıp söküp atmak demektir.Çünkü “çağdaş aşama ya da çağdaşlık” diye tanımlaya geldiğimiz gelişme, tam tersine yerel ve ulusal motiflerin, biçemlerin (üslupların), sosyokültürel örüntülerin, yerele ve ulusala özgü dokuların özgün temsilcisi olan bireyleri tarihsel ve ulusal yaratışı doğrulamak, geliştirmek ve genişletmek bilinçlendirmiştir.
Resim yapma insanda güçlü bir içtepinin (isteğin) dışa vurumu olarak ortaya çıkar ilkin.Bu isteğin, belki de en önemli özelliği çocuklarda görülmesi ve sık sık yinelenmesidir. Çocuklar varolanları bozmak ve kendi dünyalarındakini onun yerine koymak, yeniden yapmak gibi katışıksız bir duyarlıkla gerçekleştirirler tüm bunları. Rengi ve çizgiyi çok yalın, çarpıcı sembollere / imgelere dönüştürmede büyük ustalık ve başarı gösterirler.
Sezer Tansuğ, “Çocuklar ustalığın zahmetini çekmeden birer ustadırlar” diye derken, vurgulamak istediğimiz düşüncemizi, çocuklardaki duyarlığı anlatmaya çalışıyordu aslında. Bizlerde “gerçekle düş” yan yana, birbirine kapalı, ama aynı çizginin iki ayrı yanı olarak dursalar da çocuklarda bu, çok daha açık ve belirgindir.Kendi resimlerimizde kimi zaman bir su imgesine dönüşen çizgi,çocuklarda olağanüstü bir dünyanın dışa vurumu olarak, çok rahatça dinlenilebilir, anlaşılır sözcükler olarak resimlerinde yansıtabiliyorlar; çoğunlukla. Belki de bunu, çocukların çevrelerini algılamada çok “kendi oluşları”, bu “kendiliklerini” çevreleriyle birlikte resimlerine aktarmalarında çok rahat oluşlarındaki ustalığa bağlamak gerek. Bunda resimsel kurguların, tekniklerin ve bu kurgulamalara dayanan anlatımların çok ötesinde, kendi dünyalarında imgelerle düşünüyor olmaları, çocukların özgür duyuşları ve “ben” oluşları çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun böyle olduğunun örneklerine Resim Sanatı Tarihi içinde rastlamak olanaklı: İşte, Kandinsky, Kasimir Malevich, David Huckney, Miro, Picasso, Braque, Klee… bunların en iyi örnekleridirler. Adı geçen sanatçılar bu duyarlıkları oldukça başarıyla yansıtmışlardır yapıtlarında. Biraz önce izlediğimiz saydam (slayt) gösteride olduğu gibi.

Resim Sanatı Tarihi içinde, nice ressam, sanatçı bu çocuk içtenliğini ve kendiliğindenliğini yakalamak için çabalamış, ama bilinçle saf yalınlığa, katışıksız yalınlığa ulaşan ustaların dışında bir çoğu, başarısız olmuştur. Çünkü bilinç, çocukça duyarlığın, yalınlığın katışıksızlığın üstünü örten, onu görülmez kılan bir sis tabakası gibidir. Dağılmasını beklemek çok uzun bir süreci gerektirebilir. Öyle ki bu, saf, katışıksız duyarlık ve yalınlığı yakalamak hiçte göründüğü kadar kolay olmayabilir. Devamlılık gerektiren uzun ve süreli yoğun bir çaba, birikim, nitelik, yaratıcılık, bilgi ve zaman…Bu şu demek : Tüm belleği ve bilinci silmek yeniden çocuk olmak, çocukça şeyleri duymak / duyumsamak; çocuksu bir duyarlığı yeni baştan yaşamak ve yaratmak demektir. Bunun içindir ki, bunu çok az usta başarabilmiştir.

Çocuklar, bulundukları ortamlarda / çevrede, yaşadıkları kimi olaylar karşısında sergileyip geliştirdikleri tepkiler, yine resimlerinde olduğu gibi kesin ifadeler içeren, net, açık, yalın ama olabildiğince duyarlı, çok çabuk kırılganlık gösteren, içtenlikli, bir o kadar da çabuk unutulabilen tepkilerdir bunlar. Bizler; nesnelerden, olaylardan, kısacası dış dünyadan aldığımız duyumları, yaşam deneyimimizle harmanlayıp bilinçli birer sanat etkinliğine dönüştürürken, çocuklarda bu, olayları algılama ve karşı tepki oluşturma (ya hepten benimseme ya da hep reddetme) şeklinde olur. Bu ‘karşı durma ve hepten benimseme’, bilinçli bir bütünlük gerektiren kavrayıştan çok, çocuksu doğasının aşırı duyarlı oluşundan kaynaklanan bir davranış biçimi olarak çıkar karşımıza. Bunun içindir ki, bütün bunlardan etkilenmeleri de aynı şiddet ve yoğunlukta, toptan bir tavır geliştirme biçiminde olmaktadır. Örneğin: Olumsuz bir davranışın bizi etkilerken, davranışı yapan kişinin bunu niye yaptığını düşünmeye/anlamaya çalışırız. Kendi içimizde bunun gerekçelerini tartışmaya, bu davranışı, karşılığı olan uygun bir kalıba oturtmaya çalışırız. Davranışın ‘neden’leri, ‘niçin’leri, ‘nasıl’ları, ‘niye oldu’ları üstüne bir yığın düşünme egzersizleri yaparız. Olmadı, yapan kişiden, insancıl ölçüler içinde kalarak bunun gerekçelerini bize açıklamasını isteriz. Olayların ve hayatın karmaşık yapısı, sanatçının (ressamın) dünyasını, bizlerin yaşantılarını bulanıklaştırırken, bu karmaşık olaylar dizisi çocukta, çok daha başka algıları, çağrışımları, yönelimleri, sezgi ve duyuşları anıştırmaktadır. Bu algılar, duyuşlar, yönelimler, çağrışımlar belli sembollerle, belli çizgisel ifadelere, renksel lekelere, kendine özgü biçemsel (üslup) kompozisyon kurgulamalarına aktarılarak resmedilir, çocuk tarafından. Kimi çocuklar saatlerce bir resmin başında hiç bıkmadan, usanmadan kalabilirler. O an dış dünyayla bağları kopmuş gibi görünse de (sizi yanıltmasın bu), bir yandan resmini yaparken öte yandan sizinle ilgilidir. Tepkilerinizi gözlüyordur. Pencereden dışarıyı, bulutları, kuşları seyrediyordur. Resminden asla uzaklaşmamıştır ama. Resmin konusu olan olaylarla baş başadır. Olayların akışına bırakmıştır kendisini kimi zaman. Kimi zamansa olayları yaratan kahramandır. Yeni ufukların keşfine çıkmış, yeni dünyaların yolculuğunu yapmaktadır. Büyüklerin sıkıcı dünyasından kurtulmuş olmanın mutluluğuyla baş başadır. Renkleri, biçimleri, çizgileri, figürleri ile resminde yarattığı düşsel öykünün içindedir. Çocuğun, kendisini sınırlayan katı yaşam kurallarıyla örülü gerçekliklerinden kısa süreli de olsa koparak kendi gerçekliğini, özgün bir resim diline dönüştürerek, yine resmin olanakları içinde bize sunmuş olmasını çok önemsemek gerekir. Onun, yaşamı ne derece içselleştirdiğinin ve nasıl ciddiye aldığının; çok yalın, çarpıcı, yalansız, dolansız ve çıkarsız bir şekilde yaptığının bir ifade edişi, kendince dile getiriliş biçimi olarak görmeli bunu. Böylesi bir yoğunlaşmayı yaşayan çocuğun psikolojisini (ruhsal durumunu) yakından gözlemleyenler bilir. Öncelikle büyüklerin yaptığı işlere eş değerde bir iş yapmış olmasının, bunu başarmış olmasının haklı gururunu yaşamaktadır. Gözleri ışıl ışıldır. Yüzündeki gülümseme yaşadığı haklı gururun yansıması olarak çizgiye dönüşen, renge bulaşan ve kendince anlamlar bularak kavramlaştırıp kurguladığı bu dünya, başkalaştırdığı bir başka dünyadır; çocuksu duyarlıkların denizinde yıkanan. İçinde bulunduğu durum onun tüm gerçeklerden, büyüklerin karmaşık ve sıkıcı ortamlarından kurtulmasının ruhsal bir boşalımıdır da aynı zamanda...

Yaşamın yorgunlukları karşısında insan, kendisini resmin olanakları içinde dinlendirir. Çocuk bu dinlenmeyi en yoğun şekliyle yaşayanların başında gelir. Çoğunlukla, kendisini büyüklerine anlatmakta zorlanan, dinletemeyen çocuklar, incinmiş duygularını yaptığı resimler ve oynadığı oyunlarla onarma yoluna gider(ler). Çocukların bu duyarlı durumlarına ilgisiz kalan bizler, anne-babalar olarak onları anlamak, dinlemek, sorularına sabırla yanıtlar vermek zorundayız. Çocuklar, kendi sorunlarıyla baş etmeyi, bu iki önemli etkinlik içinde kalarak öğrenirler. Onları, sorunlarıyla yüzleştirmek, baş başa bırakmak tabi ki bir çözüm yoludur. Ancak unutmamalı ki, biz yetişkinler bile en basit sorun karşısında bile zorlanırken, onlardan olgun biriymiş gibi çözüme yönelmelerini, çözüm üretmelerini beklemek kanımca haksızlık olurdu. Duyarsız olmamız, çoğunlukla da kaba ve anlayışsız davranmamızın bir sonucu olan kötü alışkanlıklar ve uygunsuz ortamlar, çocuklarımızın nasıl bir tehlikeyle burun buruna geldiğini göstermiyor mu dersiniz bizlere? Gün geçmiyor ki, bunun canlı örneklerini görüp yaşamayalım. İşte, çocuğun ele alıp işlediği bu ve benzeri davranış ve tutumlarımız, onun, usta işi resimlerinin konusunu oluşturmaktadır. Bize yönelik gizli (içselleştirilmiş bir davranış olarak düşünmek istiyorum bunu) bir tepkinin olağan ve doğal olarak bir geri bildirimi, çocukça bir manifestosudur da diyebiliriz. Bu türden, içinde çocuksu duyarlığın, duru ve dolaysız anlatımını barındırmasından dolayı. Ustalıklarını çok çarpıcı bir biçimde yansıtırlar. Bunu konunun uzmanları çok daha iyi bilirler.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: Ruhsal bozuklukların iyileştirilmesinde sıkça başvurulan yöntemlerin başında, hasta kişileri resme yöneltmek gelir. Böylelikle ruhsal bunalımlar resim diline aktarılarak çözümlenebilmektedir. Bu anlamda “psiko-patolojik” resimler, bir bakıma çocuk ve ilkel insan resimleriyle de ilintilidir. Resimlerinde renk, çizgi ve biçime dönüşen anlatımlar, kimi ruhsal problemlerin kökeninin çocukluğa kadar uzandığını gösterir bizlere. Psikoloji bilimi ve psikologlar, “psiko-patolojik” resimlere, resim tarihine yön veren sanat akımlarına verdikleri önemi vermektedirler.Bu resimlerin tanımlandığı özgün diliyle söylersek “Psych Art” adı, “Pop Art, Op Art”(**) gibi bazı modern sanat akımlarının da adını çağrıştırır.Bu tür resimler (Psiko-patolojik), aslında, trajik bir özün yansıması olarak ortaya çıkar. Oysa çocuk ve ilkel insanın dünyasında dışa yansıyan, katışıksız yalınlıktır. Psiko-patolojik resimlerde bu rahatlık ve yalınlık görülmez. Hasta kişi (resmin sahibi) içinde yaşadığı bunalımları resim diline aktarırken tarz, yöntem ve kimi resimsel olguları aktarmada diğerlerinden ayrılır. Biz o resmi izlerken, bir çocuğun resmindeki, bir mağara duvarı ya da geniş bir kaya yüzeyine çizilen resimdeki ya da ağaçtan oyulmuş bir büyü maskındaki rahatlığı, çocuksu yalınlığı, kendiliğindenliği bulamayız. Karşımızda duran resimden edindiğimiz izlenim; biçimleri, renkleri, çizgileri, fırça sürüşleriyle, tuval üzerinde oluşturduğu dokusal etki, kompozisyon kurgusuyla, resmi yapanın ruhsal durumunu çok çarpıcı biçimde ortaya koymasındaki ustalığıdır ; çocuğun...

Bu bağlamda sanatçının da iyi bir psikolog olarak görülmesinin, düşünülmesinin etik bir sorun oluşturacağını düşünmüyorum. Bu yakınlık ve paralelliklerini de göz önüne alarak, çocukları anlamanın, onlara ulaşmanın en kestirme yolu ve sergilenecek en doğru yaklaşım, onun resim dilini izlemekten ve ona, oyunda arkadaş olmaktan geçer. Onları tanıyabilmenin, anlayabilmenin, dünyalarını keşfedebilmenin bir üçüncü yolu yoktur; “Resim ve Oyun”un dışında. Çünkü “Resim ve Oyun” kişilik, özgürlük, yetenek yaratıcılık, sosyalleşme, aidiyet duygusu, özgüven, ruhsal, fiziksel ve biyolojik gelişmelerinin tamamlanması ve kazanılmasında etkili, iki vazgeçilemez yaşam kaynağıdır çocuğun. (**)


(*) Resim öğretmeni, eğitimci yazar
(**) Lekecilik ve hareket resmine karşı 1960’tan itibaren optik sanat anlamına gelen Op-art gelişti. Bu anlayışta, sanat yapıtını kurallarla bilimsel olarak düzenleme önem kazanmıştır. Rastlantıya dayanan içgüdüsel otomatik yazı resmi (iç güdüsel non-figüratif), bu anlayışın tam karşıtı olmaktadır. Op-art, resimde üçüncü boyut etkisini verme eğiliminin soyut sanatta ortaya çıkan şeklidir. Bunu için geometrik biçimler ritmik biçimde düzenlenmi,ş ve bu biçimler üzerinde renkle modle yapılmıştır. Op-art, çağdaş endüstriyle birlikte mekaniğin de yardımıyla dekorasyonda ve modanın sunuluşunda, geniş uygulama alanı buldu... ( Daha geniş bilgi için, A. Turani’nin Sanat Terimleri Sözlüğüne bakınız; Remzi Kitapevi.)
(**) Bu metin, “OYUN-RESİM-ÇOCUK” üzerine çalışmalarını ve araştırmalarını yaptığım, adı geçen kitapta yer alacak bölümlerden biri. Özel Marmara Eğitim Kurumları Yerleşkesi’nde, Marmara Koleji’nin , 26 Mart 2005 Cumartesi günü düzenlediği “Sosyal Bilimler: Felsefe Günü”nde sunumunu yaptığım konuşmanın metnidir.


KAYNAKÇA:

Breht, B.,(Ksım1997): Sanat Üzerine Yazılar, Türkçesi: Şipal, K. Cem Kültür, İstanbul.
Dodson, Dr. F.,(Şubat, 1990): Çocuk Yaşken Eğilir, Türkçesi: Selvi, S. Özgür Yayın Dağıtım, İstanbul.
Erinç, S. M. Prof. Dr., (Ankara, 1998): Sanat Psikolojisi’ne Giriş, Ayraç, Ankara.
İpşiroğlu,N./M. (1993): Sanatta Devrim, Remzi Kitapevi , İstanbul.
Kehnemuyi, Z. (Temmuz, 2002): Çocuğun Görsel Sanat Eğitimi, Y.K.Y. , İstanbul.
Tansuğ S. (Mart, 1976): Sanata Yaklaşım, Künmat Yayınları, İstanbul.
Tunalı, İ. Prof. D.r.(İstanbul, 1980): Denemeler, Formül Matbaası, İstanbul.
Turani, A. (Aralık, 1995): Sanat Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul.
Uluğ, m. O. Prof. Dr.(1997): Niçin Oyun? Göçebe Yayınları, İstanbul.
Ünver, E. (Eylül, 2002): Sanat Eğitimi, Nobel, Ankara.
Yavuzer, H. Prof. Dr. (1992): Resimleriyle Çocuk, Remzi Kitapevi, İstanbul.
Copyright © ::..OZGUR PENCERE..::::..OZGUR PENCERE..:: Tüm hakları saklıdır.
Yayınlanma:: 2006-01-28 ( )










KURTUL DA GÜL -- Ali Ekber Ataş
Şiir
kurtul da gül

a. izci’ye

ne ki
yaprak dedi
kulağım dalda
bi baktı ki
çoktandır dadanmış
bahar dallarda

gürül de gürül
gürül de gürül

şşşşiii
heeey
koca gövde
uyan sen
gürle sen de
biz de kurtulsak

dal
yaprak
ve ağaç
ille de çiçek
topraknan güleşecek
ki
gürül de gürül
gürül de gürül

şşşşiii
gürle de kurtul
durul


alda çiçek
nesi var nesi yok
apar topar
tomurlanıp
tomar tomar
tüm börtü böcek
seyredecek
diye
tepeden toprağa
koca gövdesiyle
yaşlı mı yaşlı ağaç
öyle bir açmış ki
tomur tomur
“pürü pak”

gürül de gürül
gürül de gürül

meğerse
bu bahar
hınzırlığına açmış
gönlünce ak(acak)mış
pek de yamanmış

gürül de gürül
gürül de gürül

“bu davet bizim”
bu davet hepinize
bu sevda hepimizin
o halde
gürle de kurtul
kurtul da gül

gürül gürül




10 mart 2002/30 haziran 2005

Hiç yorum yok: