Ali Ekber Ataş
Şiirin içinden baktık bugün Gökçe’nin yaşamına. Baktık ki, yenidünyalar var. Yolculuklarımız başlasın o halde dedik. Çıktığımız bu yeni yolculuklarda başka(laşan) insanlar tanıdık. Şiirle girdik dünyalarına ve şiirle sevdik onları. Şiirler düşürdük, bin yıllık türkülerin ezgilerinden süzerek. Tıpkı Enver Gökçe’nin yaptığı gibi, bütün nehirlerden geçerek, denizlere, denizlerden ok(u)yan-uslara…
Enver Gökçe, Toplumsalcı Türk Şiir geleneğinde, “ortak aklın yüceliğine” kök salıp, dallanıp budaklanan “Anadolu acısının sesidir.” Bu deyim, Vecihi Timuroğlu’na ait. Ben de kendiminmiş gibi alıp kullandım. Çünkü Enver Gökçe’yi eksiksiz tanımlama bence. Görkemli bir “Anadolu acısıdır” o. Gövdesinden koparılmış bir dal gibi nereye düştüyse orada baharlaşıp, şiirler filizledi. Şiirin coğrafyasından, toprağından uzak tutuluğu her an, yenibaharlara inancını ve umudunu kaybetmedi hiç. Düşünmeye fırsat bulduğu, işkence sonrası boğucu yalnızlıkların karanlığını şiirin engin sularında geçti. Bu karanlık dönemlerin boğucu anlarını dağıtan şiirler düşürdü “EĞİN TÜRKÜLÜ”, toplumsalcı şiir evrenimize. Kozasını ören ipekböceği gibi hayatını acılarla ördü, acılar ördü hayatını. İpektendi düğümleri. Kimseye minnet etmedi. Kendi halinde ve yaratıcı yalnızlığının içinde, kararlı ve tutarlı bir halk aydını, devrimci bir şairi olarak, devrimci şiirler yazdı. Şiirini ve sanatını devrime adadı. Devrim için, halkı için yazdı. Türkiye’deki devrimci hareketin ortak paydası bir şair olarak kitleleri bir araya getiren şiirler yazdı. Şiirlerini kitlelere, kitleleri şiirlerine yaklaştıran bir ozan oldu. Bu da gösteriyor ki, Gökçe’nin toplumsalcılığının özünde, Anadolu halk ekininin içinde pişmiş, birleştirici, insancı ve imececi bir halk aydını, yazarı, şairi Metin Demirtaş’ın da şiirinde dediği gibi:
“Gülüşünden su içişine kadar/Halk olan adamı.”
yatmaktadır. Bu durum şunu da göstermektedir:
Gökçe şiirinin senfonik özellikleri yanında, yüksek bir bilincin, duyarlığın, lirik, sözcük ekonomisi üst düzeyde bir ustalığını, “…halk şiirinden, Divan şiirine, Nazım’dan Dedekorkut’a, masaldan tekerlemeye uzayan bir bireşimi” (Başgöz, İlhan. Enver Gökçe İle Bir Nice Yıl. Yazko Edebiyat, 1982, sayı: 19), yakalayan ve yaratan bir şiir damarının olduğunu da söylemek gerek. Enver Gökçe’nin yazgısının, başına çorap örecek bir sürece dönüştürülmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz devrimci tavrını belirlediği anda başlamıştır bize göre. Halktan yana “sınıf edebiyatı” tavrıdır bu. Kendisi de diyor zaten:
“Ben sınıf edebiyatını yapıyorum.
Türk halkının, hayatın her döneminde aktif olan, güzel olan, büyük olan bu halkın sanatını yapmaya çalışıyorum.
Bence sanat her şeyden önce bu sınıfın yaşam kavgasındaki gücünü kudretini ortaya koymasındadır…”
Gerçi dönemin ileri gelen söz sahibi kalemler (Ataç gibi), her ne kadar Gökçe ve kuşağının bu net ve açık tavırlarını görmezden gelmiş olsalar da, değişimin diyalektiği, Gökçe ve kuşağını haklı çıkarmıştır. Bugün ki toplantı, bu haklılığın yalın ve Gökçe’nin sessiz doğasıyla örtüşen çarpıcılığıyla bir kez daha haklı olduklarını gösterilmiş oldu, dosta düşmana karşı. Aramızdan ayrılışının üzerinden yirmi sekiz yıl geçmiş olmasına karşın, bizler Gökçe’yi anıyor, şiirlerini okuyor, sanatını ve sanat anlayışını, alçakgönüllü Anadolu bilgeliğinin ve sessiz derinlikli kişiliğini konuşabiliyoruz. Onu siyasal mücadelede kararlı bir devrimci, aydın-halk bütünleşmesinde imececi bir halk ozanı, kazıldıkça değeri anlaşılan halk ekininin estetik yetkinliğini, Marksist estetikle buluşturan düşünsel gelişme, aynı zamanda “büyük şiiri” yaratan şairi da doğurmuştur. Onun hem kendini, hem insanı “evrenle ölçmesi” (inandığı) düşüncenin evrenselliğiyle ilgilidir. Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yakaladığı değişme ve gelişme çizgisi de yine bu düşünce gereğidir. Hatta şunu da çok rahatlıkla söyleyebiliriz:
Enver Gökçe, en çok kendisi olduğu, kendisini duyurduğu şiirlerinde bile (Memleketimin Şarkıları), “ben” derken “bizi”, yazıp söylediğini okuruz. Toplumsal bir irdelemeye giriştiğinde ve bunu şiirlerin(d)e yansıttığı her durum, olay ve olguda bireyin toplumsal yapı (bütün) içindeki durumunu, şekerin suda erimesi gibi bir kimyasal dönüşümle eritip çoğalttığını ve bu özü hiç kaybetmeden bütün içinde verdiğini duyu(ms)arız şiirlerini her okuyuşumuzda ya da birilerinden duyduğumuzda. Bunu çoklu boyutlarda sezeriz: En, boy, derinlik, zaman, uzam ve mekan gibi… Toplumsalcı izlek Gökçe’de, kendisini “evrenle ölçen” bireyi, kişiyi çıkarır karşımıza. Büyük bir yapının bir unsuru gibi hem kendisi olarak kalmayı sürdürür (sonsuz), hem de toplumsal yapıyı (bütünü) bozmadan tamamlar.
Gökçe’nin şiirinde toplumsalcı izlek olarak bireyin durumu…
Toplumsal yapı, tıpkı bir resim tablosu gibi asılı durur şiirinin sağlam duvarında. Birey bu tabloyu oluşturan bir renk, doku, çizgi, oylum olarak türdeşleriyle bir bütünü oluşturmanın senfonik yapısı (şiirin atmosferi) içinde, şiirin çalgı unsurlarından (enstrümanlarından) biri olarak çıkar karşımıza. En bireysel acısında bile, toplumsal bir yaranın kanadığını duyarsınız. Öylesine eritmiştir ki “ben”ini bu senfoni içinde, elmadaki besin gibi saklamıştır kendini. Elmayı ısırdığınızda aldığınız tat ne ise, Gökçe’nin şiirini okurken de duyduğunuz müzikal ses onun sesidir aslında; biz kendi sesimizle yazmış, okumuş gibi duyarız onu. Özü: Birey, Enver Gökçe şiirinde hem yerel, hem ulusal, hem de evrensel yanları ve özellikleriyle bir bütün olarak vardır. Bunun içindir ki Gökçe, her okunduğunda kendini güncelleyen yanları ve içeriğiyle dolu, yaşayan bir şiir yazmıştır. Damarı ve kaynağı sağlam, derin ve geniş alanlara serpilmiş bu şiir, elbette ki içindeki “bireyi” tüketmeyen, ama bencilleştirmeyen bir özelliği de saklar içinde.
Çağrışımsal yanlarıyla Gökçe şiirinin izlekleri…
Gökçe’nin “Kirtim Kirt” şiiri, insanın üretim anını anlatır. Daha doğrusu, üretim içindeki insanın/insanların durumunu. Kan ter içindeki emeğin türküsüdür bu şiir. Evrensel boyutlarıyla, bütün insanlığın emek bağıyla birbirine bağlılığından söz eder. Gerek ses bakımından, gerek yüksek bilinç ve şiirsel duyarlığıyla durum saptayan, lirik dili ve içerikteki zenginliğiyle, kitleleri kendine, kendisini kitlelere yakınlaştırmış ve kabul ettirmiş bir şiir. Üretim araçları-insan ikiliğinde, üretici insanın dinginliğini, Marksist dünya görüşünün estetik yetkinliği ve duyarlığıyla verir, yaşatır bize. Hepimizin bildiği gibi “Kirtim Kirt” sesi, dokuma tezgâhlarının topluca çalışırken, ortaklaşa çıkardığı sestir. Tartımsal (ritm) deviniminden kaynaklı yinelemelerin çıkardığı bu ses, yükseldikçe senfonik bir şiire dönüşür. Gökçe’nin şiirinde ki, bu senfonik özellik, şiirin yüksek duyarlıkta yazıldığının da bir göstergesi. Köy yaşamını iyi bilenler, bu sesin yabancısı da değildirler. Halı tezgâhlarının topluca çalışırken çıkardığı bu seslerin tartım (ritm) değeri o değin yüksektir ki, emeğin evrensel bir türküye dönüştürüldüğü bu anın, “anlam” açısından bakıldığında, görkemli bir resim tablosundan hiçbir farkı yoktur. Resim diline aktarıp çizdiğimiz bu tabloyu belleğimizdeki yerine koyuyoruz. Enver Gökçe portresini çizmeyi sürdürüyoruz. Her bir izleğin, bu portredeki yerini kendiliğinden doldurması/alması, “eşyanın doğası” gereğidir.
Materyalist bir dünya görüşüyle yazdığı “Kirtim Kirt”, Gökçe’nin eskimeyen, her okunuşunda yalnız kendini değil, okuyucusunu da yenileyen devrimci anlayışta yazdığı en iyi şiirdir. Emek-sermaye çelişkisinin üst düzeyde ve böylesine yüksek duyarlıkta işlenmesi, Gökçe’nin büyük bir şiirin yaratıcısı olduğunu da göstermektedir:
“Can yoktu ki sevdalara düşe,/Kurt yoktu ki kızıl kana üşe/Yoktum ki yol geçe/Yoktun ki haber ulaşa/Gül yoktu ki, dal yoktu ki…/Ve döne döne ateş/Döne döne madde/Gökler yarıla dürüle/Dağlar savrula devrile,/Kırıla döküle yıldız/Sular evrile çevrile/Döğüşe Döğüşe madde.”
Değişimin diyalektiğini insanda hem bedensel, hem de zihinsel olarak duyuran yanlarıyla, sağlamlığı ve ses pekliğiyle derinliğine okunması gereken bir şiir. İnsandaki düşünsel devrimin izlediği, izlemesi gereken yolu imlemesi (hatta göstermesi), bakımından dikkatlice okunması gereken bir şiirden söz ediyoruz. İlk beş dizede Gökçe, bir durum saptaması yapmaktadır.
“Ve döne döne ateş
Döne döne madde”
derken, durumun farkında olan insana yöneliktir bu seslenme. Eyleme geçmesinin kaçınılmaz bir toplumsal görev olduğunu ve bu bilinçle hareket etmesini ister Gökçe. Devrimci tavrını ortaya koyar. Hayata, heyecan ve tutkuyla sarıldığını gösterir bize.
“Gökler yarıla dürüle”
diyor. Bu dizedeki “dürmek” sözcüğünü seçmesinin üstünde durmak gerek. Argoda, “aynı durumun yaşanmaması ve bir yenisine örnek oluşturmaması” anlamını içerir. Özünde bir eylemsellik durumu vardır. Bir başkaldırı, asilik, düzen karşıtı bir durum ve yazgısal olana, yazgıya bağlanana bir tepkide var aslında. Gökçe, dinsel inançları olan bir şair değildi bildiğim kadarıyla. Marksist düşünceye bağlı birinin dinsel inanışı henüz görülmüş değil. Bu anlamda, ne kutsallığın ulaşılamazlığına inanmıştır, ne de kutsal olanın peşine düşmüştür. Onun, kafa ve yürekle bağlı olduğu ve ömrünü verdiği bu düşünce, hiç şüphe yoktur ki ayakları dünyaya basan, insancı özü ve emek sömürüsünü reddeden, “Yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde, hep beraber” diyenlerin bağlandığı düşüncedir. Ne yerin yedi kat üstünde olmak ister, ne de yerin yedi kat altında cennet, cehennem peşindedir. Bundan ötürü Gökçe, “ Gökler yarıla dürüle” derken, insanın yazgıcılığına ya da yazgıcı insana karşı olduğunu söylemektedir aslında. Dahası akıl varlığıdır insan. Çünkü dünyayı algılaması, olup bitenleri de bu akıl penceresinden bakarak yorumlaması gerektiğini inanmaktadır. Gökçe’nin bu dizeleri, “Asya’nın Rönesans”ı Mustafa Kemal’e devrim ruhunu aşılamış, Anadolu aydınlanmasının düşünürü, uygarlık ve yurtseverlik yolunda insanlık şairi Fikret’i yeniden gündeme taşıyan dizelerdir bana göre. Kısası, aklı önceleyen bu dizeler, insanın kendi aklını kullanma cesaretini göstermesinin aydınlanmanın parolası olduğunu söyleyen, 18. yüzyıl filozoflarından İmmanuel Kant’a bir göndermede de bulunur gibi. Aklın bağımsız kullanılması, çağdaş ve evrensel kültür oluşturma ediniminin de ana eksenini oluşturur. Atatürk, çağdaş, layik ve evrensel düşüncenin bağımsız akılla sağlanabileceğini göstermiştir.
Bugün yaşananlar, bu temel, evrensel niteliklerden uzaklaşıldığının, “aklı inanca, bilimi dine” teslimiyetin (TÜBİTAK’ın Bilim Teknik Dergisi’nin Darvin sayısına müdahalesi çok çarpıcı bir örnektir) kendisi değildir de nedir peki?
Enver Gökçe, bütün ömrünce savaşıp durdu bu karanlıkla. Getirildiğimiz noktaysa ortada…
Gökçe şiirinde Fikret çağrışımı (etkisi de diyebiliriz)…
Bu toplantı için konuşma hazırlarken, değişik şiir okumaları da yapıyordum sık sık. Enver Gökçe’nin şiirlerini derinlemesine yeniden okudum. “Kirtim Kirt” şiirini okurken, bir yerde takılıp kaldım. Belleğimde önceden yer etmiş Tarih-i Kadim şiiri gelip gelip dilime dolandı. Okumayı bırakıp kitaplığıma yöneldim. Diliçi çevirisini gazeteci yazar, sevgili ağabeyim Orhan Karaveli’nin yaptığı “Bugünün Diliyle TEVFİK FİKRET Şiirleri” (Özel Tevfik Fikret Okulları Yayınları: 13. Mayıs 2007) adlı yapıtını kitapları arasından çıkarıp alıyorum. Masaya döndüm. Adı geçen şiirin bulunduğu sayfayı açıp okumaya başladım. “Enver Gökçe BÜTÜN ŞİİRLERİ” (Evrensel Basım Yayın, İkinci Basım 2005) kitabından “Kirtim Kirt” şiirinin bulunduğu sayfa açık, masamda duruyor. Karşılaştırmalı olarak okumayı yeni baştan, büyük bir dikkatle sürdürüyorum. Atatürk’e, “Ben inkılâp ruhunu Fikret’ten aldım.” dedirten bu büyük düşünürün “Tarih-i Kadim” şiirinde somut dünya gerçeklerine vurgu yapılır. Ancak bu vurgu, mızmız bir sesle dile getirilmez. Tam tersi, başkaldıran bir ses, ödünsüz duruşuyla Fikret dikilir gözlerimizin önüne, şiiri okurken. Öte yandan da tinsel dünyanın karanlığına dikkat çeker. Dahası, ona savaş açar. Bir yanıyla bireyin aklını kullanma cesaretini gösterdiğini, dahası göstermesi gerektiğini anlatır. Fikret’i bırakıp Gökçe’yi okumaya başlıyorum. “Tarih-i Kadim”deki Fikret’in yazgıcılığı, suskunluğu, yüreksizliği reddeden tavrı, Gökçe’de daha da ileri bir düzeyde, lirik, yüksek bir bilinç ve duyarlığa dönüşmektedir “Kirtim Kirt” şiirinde. Farklı çağların şairleri olmalarına karşın, Gökçe, onunla yan yana olduğunu, düşünsel bir akrabalık bağıyla birbirlerine bağlı olduklarını duyurmaktadır bize. Farklı çağ ve dönemlerin insanları olmalarının, farklı koşullarda yaşamış olmalarının hiçbir önemi yoktur. Her olay, olgu kendi çağıyla bir somutluk, bir gerçeklik kazanır çünkü. Gerek şiir anlayışları, gerekse farklı dünya görüşleriyle, dünyaya, insana değişik pencerelerden bakmalarının da hiçbir önemi yoktur. Her iki şairimizin de “ortak aklın” ülkülerinde buluşmalarına bir engel değildir bu farklılıkları ve farklı çağların şairi olmaları. Dahası, bir bütünün ayrı ayrı parçaları olarak, bütünü oluşturmalarına da elbette ki engel bir durum değildir. Fikret, aydınlanmacıdır. Gökçe Marksist. Değişimin diyalektiği elbette ki aydınlanmadan daha ileri bir düşünce olan Marksizme gösterecek ve insanı bu düşünceyle buluşturacaktır. Ne ki, aydınlanmayı özümseyip kafa bağımsızlığını sağlayamamış ve ergin akla ulaşamamış birinden, değişimin diyalektiğini kavramasını beklemek elbette ki olanaksız. Bu anlamda on sekizinci yüzyıl aydınlanmacılığını özümseyen birey, hangi düşünce çatısı altında olursa olsun, bağımsız akıl yürütebilen, ortak aklın yüceliğine inanan ve eleştirel akılcılığıyla da başkalarına örnek oluşturan biri demektir.
Enver Gökçe, “toplumsalcı” şiir geleneği içinde, kendi şiir geleneğini oluşturken, elbette ki bu coğrafyanın dokusundan, kültüründen, derin anlamlarıyla farklı oylumları kendinde barındıran Anadolu zenginliğinden yararlanmıştır. Onu, devrimci şiir yazmaya götüren, çağının hem evrensel, hem ulusal, hem de yerel olan bütün sanatsal, düşünsel, siyasal öğelerden incele süzüle özleşerek gelen şiir oluşumuna dikkatinizi çekmek isterim. Gökçe’nn, yukarıda değindiğim şiir oluşumuna, biz de Atatürk’ün “Ben inkılap ruhunu Fikret’ten aldım…” (Karaveli, Orhan. Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği. Doğan Kitap, Ekim 2007) dediği, aydınlanmacı düşünür, yurtseverlik ve uygarlık şairi Fikret’i de ekleyelim. Öyle sanıyorum ki, bu konuda daha önce yazan hiç olmadı. Bunun fark edilmediğini ya da gözden kaçırılmış, atlanmış olduğunu düşünmek istemem. Bunu dikkatinize sunmak ve Gökçe’nin şiirinin oluşum sürecine katkı getireceğine inandığım bir tartışma başlatır umarım. Her ne kadar değişik dönemlerde yaşamış, farklı sanat anlayışları içinde yetişmiş ve farklı şiir anlayışlarına sahip şairler de olsalar, benim inancım odur ki, her iki şairimizin de hedeflediği şeyler aynıydı aslında: Ortak aklın yüceliğine inanmak ve ortak aklın öngördüğü evrensel değerlerin peşinden gitmek. Bu bakımdan her iki şairimizin, şiirlerini oluşturma süreç ve serüvenlerini doğuran çağ ve koşullarına karşın, kimi benzerliklerin, çağrışımsal vurgular bakımından akrabalıklarının olduğunu da tamamıyla yok sayamayız diyorum.
Gökçe’nin şiir oluşumuna, hangi süreçlerden ve ne gibi karanlık dönemlerden geçip, büyük acıları umuda örgüleyerek, “büyük şiiri” nasıl oluşturduğuna değinmiştim. Ancak aklıma takılan sorun şu: Böyle bir tarihsel süreci birebir yaşayarak gözleyen, araştıran, sorgulayan bir şairin Namık Kemal’i, Tevfik Fikret’i, Ziya Gökalp’i gözden kaçırmış olması düşünülemez. Hele söz konusu şair Enver Gökçe’yse, bunu kesinlikle göz ardı etmediğini düşünüyorum. Ne ki, şair, gelişmenin ve değişimin diyalektiği her durum, olay, olgu ya da kişilerden, her istediğince yararlanamayabilir. Bu olağan bir şey. Kendinden önceki ilerlemeden yana olsun ya da olmasın, diğer şairlerle şiirsel anlamda bir yakınlığının, akrabalığının olmadığına da inanabilir. Bu konuda seçici (seçkinci değil) olan şair, kendinden öncekileri derinden araştırmış, onları tanımış, şiirlerini ve şiir anlayışlarını, yaşadıkları çağı iyi kavramış ve içlerinden, kendi şiir anlayışına yakın olduğuna inandığı şairlerden yararlanmaktan da geri durmamıştır. Gökçe, çoğunca bunu yapmıştır. Bu bağlamda Gökçe’nin, her ne kadar düşünsel temelde ve şiir yaşantıları içinde geliştikleri çağın koşullarını da düşünecek olursak, birebir örtüşmelerinin, “eşyanın doğası” gereği olanaksız olduğunu bildiğimiz Tevfik Fikret’in “Tarihi-i Kadim” şiirinden etkilenmiş olabileceğinin altını ısrarla çizmek istiyorum, daha yürekten inanıyorum buna. Gerek Fikret’in adını andığım şiiri, gerekçe Gökçe’nin “Kirtim Kirt” şiiri, yapı ve, kurgusal özellikleriyle birbirine çok benzemeseler de kimi ses ve söylem biçimlerinde, sözcüklerin seçiminde, içerik ve tartımda, doğalarından kaynaklı rahat okunuşlarıyla çağrışımsal benzerlikler göstermektedir. Bu benzerlik ve çağrışımsal yakınlıkları içeren bölümleri birlikte okuyalım.
“Çiğneyen haklı, çiğnenene ayıp,/Kahra alkış, gurura secde; bağış,/Zayıflık alçaklıkla daima eş;”
(T. Fikret, Tarihi-i Kadim)
dizeleri, kendisinden yarım yüzyıl sonra doğacak olan Enver Gökçe’de şu dizelerle güncellenerek, yeni ses, biçem, içerikler yüklenip şöyle dile gelmekte:
“Demek bu hayat,/Sana bana yük/Demek su kimin/Toprak kiminse/Motor, elektrik ve ışık kiminse/Demek sultan odur.” (E. Gökçe, Kirtim Kirt)
Fikret’te okumayı sürdürelim:
“Doğruluk dilde -yok- dudaklarda:/İyilik ayaklarda/Bir hakikat: Zincirin hakikati;/Bir hitabet: Kılıcın hitabeti;/Hak güçlünün; demek kötünündür,/En açık hikmet: ezmeyen ezilir!”
(Tarih-i Kadim)
Fikret’in, yaşanan bir durum saptaması ve bu durum karşısında susmayan, kalemine, keskin bir kılıç gibi kullanması, onun doğası gereğidir. Var olan duruma müdahalenin kaçınılmazlığına inanan Fikret’in, adaletsizliğe yiğitçe karşı çıkması, yalnız çağdaşlarına değil, kendinden sonra gelecek tüm ilerleme yanlılarına da öncülük etmiştir. Kokuşmuş, II. Abdülhamit zorbalığına başkaldıran Fikret’in ölümünden beş yıl sonra doğacak olan bir başka şair Enver Gökçe, kimi ses öğeleri, dize kuruluşlarındaki kimi ses yakınlıkları, çağrışımsal benzerlikler sergileyen aşağıdaki dizelerini yazarken, Tevfik Fikret’in şiirinden çok, onun düşünür yönünden daha çok yaralanarak yazdığını düşünüyorum. Şöyle seslenmiş Gökçe:
“Demek insan bölük bölük/Yaşıyorsan ölüyorsun demek” (Kirtim Kirt)
Yukarıda değinmiştim Gökçe’nin şiir oluşumuna. Bu oluşuma, Anadolu Rönesansı’nı hazırlayan koşullar ve düşünürlerin “heyecan, his, vatan ve özgürlük tutkuları, fikir ve devrimci ruhlarının” sindiği de açıktır. Atatürk’e “heyecan ve hisleriyle”, “devrimci bir ruh, kimlik kazandıran ve “fikir babalığı” yapanlar; Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp gibi düşünürler, aydınlar, sanatçılar Anadolu aydınlanmacılığının fikir önderliğini de yapmışlardır. Adı geçen düşünürler Atatürk’ü nasıl Kurtuluş Savaşları yüzyılına, fikirleriyle hazırlamışlarsa, Toplumsalcı Türk şiiri de Atatürk’ün gerçekleştirdiği Asya’nın Rönesans çağında boy atmış, serpilip gelişmiştir. Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler, temele inemediği için, dahası indirilmediği için, çağın yüzyıl gerisindeyiz ne yazık.
Atatürk’ü etkilediği gibi Gökçe’yi de etkilediğini düşündüğüm Tevfik Fikret gibi düşünürler birer ateş yakıcıdırlar. Promete’den bu yana yakılan ateşleri dirilterek bugünlere gelindi. Gökçe de Fikret’ten ve başkalarından devraldığı ateş yakıcılığını, tüm yaşamı boyunca sürdürmüştür. Aydınlanmanın büyük düşünürü, Enver Gökçe’yi de etkilemiştir bana sorarsanız. Aksi düşünülemezdi zaten. Türkçenin hemen tüm ağızlarını bilen, Fransızca çeviriler yapan, eski dili okuyan birinin, elbette ki şiirsel damarını besleyen bütün öğelerden beslenecekti. Servet-i Finun ve Edebiyat-ı Cedide de dâhil.
İlerlemenin izini sürenler, kendilerinden öncekilerden devraldıkları ateşi küllendirmeden dirilterek başka ateşleri yakmayı, Promete’den beri sürdürmektedirler. İşte bunlardan biri de “bizim prometemiz” Enver Gökçe’dir. Tevfik Fikret’in sesini yakalamış, yüksek duyarlıklı ve Fikret’ten aşkın şiirler yazmıştır bana göre. Marksist dünya görüşünün estetikçe yetkin şiirlerdir bunlar. Özellikle “Kirtim Kirt”.
“Yeni şeyler söylemek lazım” diyor şair.
Biz de şaire uyduk. Gökçe üstüne on yılı aşkındır yaptığım araştırmalarımda, ulaşabildiğim hiçbir kaynak ya da belgede, yukarıdan beri değinmeye çalıştığım bu çağrışımsal benzerlikler konusuna değinene rastlamadım. “Kirtim Kirt” ile “Tarih-i Kadim” şiirlerindeki, düşensel akrabalık ve kimi ses öğeleri ve dize oluşumu konusundaki benzerlik, aradaki çağ farkını düşünecek olursak, bu durumun Enver Gökçe’nin lehine geliştiğini söyleyebiliriz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum…
(*) Bu yazı, 21 Mart 2009 tarihinde (Cumartesi) Antalya’da M Demritaş’ın, Antalya Sanatçılar Derneği’nde düzenlediği “Enver Gökçe’yi Anma” etkinliğinde yaptığım konuşma metninin genişletilmiş halidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder