20 Mayıs 2010 Perşembe

Yunan Şiirinin Kırılgan, Lirik Sesi Sappho Üstüne, Kendimce Küçük Bir Deneme…(*)

Ali Ekber ATAŞ


Yaşamöyküsü…

İ.Ö.7 yy sonları ile 6 yy başlarında, Midilli adasında yaşayan Sappho, Eusebius’a göre, 45. Olimpiyatın 2. yılında (İ.Ö. 600-599) en verimli çağını yaşamış.
Tarihin bilinen ilk kadın şairi olan Sappho, aynı zamanda ilk şiir okulunun da kurucusudur. İşin daha da ilginç yanı, bu okulun öğrencilerinin tamamının kızlardan oluşmasıdır.
Sappho şiirlerinde, okulun öğrencilerinin adlarını kullanmaktan çekinmemiştir. Buradan bakıldığında bu olay sıradanmış gibi algılanabilir, ancak kendi dönemi içinde bakıldığında cesurca bir iş yaptığı kesin. Örneğin: Kleis (kızıdır), Anaktoraia, Gyrinna, Attis gibi. Bir başka önemli yanı da bu okulun, aynı zamanda dans ve müzik dersleri de vermesidir.
Tarihin her döneminde rastladığımız, gerek kişisel ve gerekse toplumsal çekişmelerin, söylentilerin, Sappho’nun yaşadığı dönemde de var olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Ünlüler arasında, konu alan bu tür söylentiler, Sappho için de yapılmış o dönemde. Hakkında ortaya atılan eşcinsel söylentilerinin temel dayanağını ise, kurduğu bu okul ve okulun öğrencileriyle olan ilişkileri oluşturmaktadır.
Sappho’nun yaşadığı çağ, çok önemli bir toplumsal gerçeği zorunlu kılıyordu. Bu gerçekliğe ileride döneceğim. Ondan önce Sappho hakkında biraz daha değinide bulunmak gerek.
Sappho, çağımızın en önemli ve en büyük sorunlarından biri olan “kadın sorununu”, kendi dönemi içinde ve kendi yerelindeki tartışmalara katılarak, ilk dile getiren kadın şairdir. Adadaki siyasal tartışmaların bir kadın kahramanı olan Sappho, muhalif bir ses olmasından ötürü, yaşadığı dönemde tehlikeli bulunarak Sicilya adasına sürülüyor. Öyle ki, tarihin ilk okullarından biri olan “şiir okulunu” da, bu sürgün dönüşünde Midilli (Lesbos) adasında kurduğu yazılmaktadır kaynaklarda.
9 şiir kitabının bulunduğu, ancak, bunlardan günümüze yalnızca 630 dizesinin kaldığını olmasını düşünecek olursak, baskıların tarihsel bir gelişim gösterdiğini de söyleyebiliriz. Ki, her dönem aynı yoğunlukta yaşandığı da ortadayken.
Bu dokuz şiir kitabının ilkinin 1320 dizeden, on şiirlik sonuncu kitabın ise, 136 dizeden oluştuğu bilinmektedir. Ne var ki, bu dokuz kitaptan günümüze 630 dizenin kalmış olmasının nedenleri üstünde, sesli düşünmek istersek, şöyle bir genelleme yapmamıza sanırım kimse karşı çıkmayacaktır:
Dize sayıları bilinen bu iki kitabın dışında kalan yedi kitabın da, her birinin ortalama yüz elli dizeden oluştuğunu düşünürsek, 1050 dize eder. Toplam üç bin dokuz yüz dizelik bir destanın kaybedilişinden söz ediyoruz burada. Dönem, M.Ö. 7. yy sonrası ile 6. yy başları. Günümüzden yaklaşık 2600 yıl öncesindeki baskıların, aynı tarihsel süreçler izleyerek ve hatta yoğunluğunu artırarak sürdürdüğüne tanık oluyoruz hala. Sappho yaşadığı dönemde düzen karşıtı söylemleriyle tehlikeli bir şair olarak görüldüğünden, sürgüne gönderildiği yıllarda demek oluyor ki, bu, şiirlerinin yaklaşık dörtte üçü (3300 dize) yok ediliyor.
Burada Sappho’ya yeniden dönmek üzere, konumuzla bir bağdaşıklık oluşturacağını düşündüğüm, bizden iki önemli örnekle devam etmek istiyorum konuşmama:
Görünen o ki, insanlık tarihi boyunca baskılar hiç eksilmeden, artarak devam etmiş ve günümüze kadar gelebilmiş. Aynı tarihsel yanlışların ve şiddetin sürdürüldüğünün açık kanıtı olan bu durum, aynı zamanda bizim, Toplumsalcı Gerçekçi şiirimizin öncüsü, evrensel şairimiz Nazım Hikmet ve Enver Gökçe için de geçerliğini en acımasızca sürdürerek korumuştur. Egemen anlayışlar, ne yazık ki çok acımasız olmuşlardır şairlere karşı. Nazım Hikmet’in, 66 bin dizeden oluştuğu bilenen Kuvayi Milliye Destanı’ndan, 46 bin dizelik bölümü, ne yazık ki kayıptır (**). Ve hâlâ da bulunamamıştır. Kim bilir, beklide bir yerlerde birilerinin ellerinde duruyordur bu şiirin diğer bölümleri. Aynı durum, Enver Gökçe için de söz konusudur. Onun da, hepinizin bildiği gibi, 30 bölümden oluşan “Yusuf İle Balaban Destanı”ndan, yalnızca elimizde, “Başlangıç” ile üç parça; “Uy Kirpi Kız Kirpi, Bu Balaban’ın Dünyadan Göçtüğüdür ve Kirtim Kirt” bölümleri kalmıştır.
Şimdi burada en can alıcı soruyu sorup, bu konudaki sessizliği bozmak, susanların üzerindeki ölü topraklarını silkelemelerini isteyecek tartışmayı başlatmak gerek, diye düşünüyorum.
Bu, her iki büyük şairimizin, yakın dostlarının, elden ele dolaştırdıkları şiirlerine sahip çıkamamalarının gerekçesi salt korku olabilir mi dersiniz?
Örneğin, Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”nı teslim alanların, destanın büyük bir bölümünü, neredeyse dörtte üçlük bölümünü, “ne yaptıkları ve nasıl kaybettikleri” konusu hâlâ belirsizliğini korurken ve de bunun peşine düşülmezken, bizlerin, Nazım Hikmet adına nutuk atma hakkımızın olduğunu kim söyleyebilir?
Bu sorun açıklığa kavuşturulmadıkça, Nazım Hikmet adına girişilen her çaba, gelişimini tamamlayamamış bir bebeğin erken doğumu olacaktır. Hep özel bakımda kalacak ve gelişmesinin tamamlanması beklenecek. Dahası, Nazım Hikmet’in varislerinin, adına vakıf ve kültür merkezleri kuranların, neden bu kayıp şiirlerin peşine düşmediklerini ise, anlamış değilim; anlamakta da güçlük çekiyorum.
En azından bu konuda bir kampanya başlatılamaz mı?
Eskilerin demesiyle bu “muamma” bir durum olmayı sürdürüyor ve de sürdüreceğe benziyor.
Peki Nazım Hikmet bunu hak ediyor mu?
Ya susanlar; niye sustuklarını, neden konuşmadıklarını açıklayabiliyorlar mı?
Aynı sorun Enver Gökçe için de geçerliğini ve de güncelliğini kaybetmeden koruyor. Onun da 30 bölümlük “Yusuf İle Balaban Destan”ından kala kala üç dört parçadan oluşan şiirler kalmış. Oysa bu destanı Enver Gökçe, hangi koşullarda yazdığını, dışarı çıkarmak için de, neleri göze aldığını anlatır yaşamöyküsünün satır aralarında. Destanı, o yıllar, hapishane arkadaşlarının hemen hepsi, Orhan Süda’dan Arif Damar’a, Hilmi Akın’dan Arif Ünal’a (Arif) herkes okumuştur. Ama, ne yazık ki, Gökçe’nin, içeride kılı kırk yararcasına saklayıp dışarıya uçurduğu destan, dışarıda aynı titizlik gösterilerek korunamamıştır ve destan kaybolmuş; deyim yerindeyse, sırra kadem basmış, yitip gitmiştir. Sonrasında da, ne kendisi düşmüştür peşine ne de olayın tanıkları konuşmuşlardır.
Burada sorun, hep aynı:
Baskıların tarihsel bir süreç izlemesi ve bu süreçte baskıya uğrayanların ise, yine ne yazık ki, mevcut düzenin karşısında olanların başında şairlerin gelmesini, neredeyse yazgısal bir durum gibi kabul edilmektedir. Öyle ki, şairlere yapılabilecek en büyük kötülük, şiirlerini yok etmek olmuştur. Bunun değişik yol ve yöntemleri vardır. Kimi zaman, belki de çoğu zaman, polisiye yöntemlerle. Olmadı, şairin yakınlarına ulaşıp, yakınlarından birilerini, şu ya da bu şekilde, köşeye sıkıştırılması şeklinde, tehditlere varana dek sindirme yöntemleriyle yapılabiliyor. İçeri alınmalar, gözaltılar da işkenceler. Bir başka yöntem de hırsızlık.
Öyle ya da böyle, uygulanan her baskı yöntemi, istenilen sonuçları veriyor çoğunlukla. Dün Sappho’ya yapılanlar, ondan 2600 yıl sonra bizde Nazım’a, Gökçe’ye, ve daha başkalarına yapılabiliyor. İşte burada durup, tüm bu olup bitenler karşısında sessizliğini koruyanları suçlamaktan çok, öncelikle olayın canlı tanıklarına “neden başvurulmadığı, niçin dinlenilmedikleri, yazdıklarına neden gereken dikkat ve özen gösterilemediği ve niye önem verilmediği” sorularını herkesin kendisine sorması gerekiyor, bana sorarsanız.
Sappho’ya yeniden dönersek, onun kişiliği ve şiirleri üstüne, İskenderiye okulu döneminde incelemeler yayımlanmış olduğunu öğreniyoruz kaynaklardan. Çağının yüzden fazla yazarı, adını ve şiirlerini anmıştır. Dahası, sürgüne gönderilen Sappho’nun, üzerinde resminin bulunduğu paralar basılmış, seramikler ve resimler yapılmıştır.
Latin şairi Ovisdius’tan öğrendiğimize göre, umutsuz bir aşkın sonunda kendisini, Midilli (Lespos) kayalıklarından atarak öldürmüştür. Ölümü üstüne ileri sürülen neden ve düşüncelerin temel dayanakları ise şiirlerinde aranmıştır. Şiirlerinde aşırı dokunaklı ve acıklı durumları anlatan dizelere yer vermiş olması, bu düşünceyi güçlendirmektedir. Ne var ki, bu savın yanlışlığı ortaya çıkmış ve bu bilginin doğruluğu genel kabul görmemiştir. Bir diğer bilgi de, Sappho’nun evli olduğu ve Kleis adında bir kızının bulunduğudur. Kleis adı şiirlerinde de geçmektedir.

Yaşadığı Çağ…

İnsanı, yaşadığı çağdan soyutlayamayacağımıza göre, şairi de, çağının büyük bir tanığı olarak görmek gerek. Yukarıda da kısaca değinmiştim, yaşadığı çağda bir ikiliğin egemen olduğuna. Şimdi bunu açmak istiyorum:
Bu ikilik, Sparta ve Atina devletlerinden kaynaklanmaktadır. Bir yanda toplu bir yaşamın sürdüğü ve herkesin herkes olduğu bir düzen, öte yanda “birey bilincinin” öne çıkarıldığı, günümüz söylemiyle dersek daha çağdaş, bir yaşamın egemen olduğu bir kent devleti. Sparta’daki yaşam daha toplumcuru. İnsanlar tek tek değil, iç içe ve topluluk içinde yaşamaktadırlar. Atina devletinde ise tam tersi bir durum yaşanmaktadır. Atina devletinde o sıra büyük bir devrim yaşanmaktadır. Bu büyük devrim “birey bilincinin ortaya çıkması”dır. Bugün, çok sıradan gelse de bize bu olgu, o dönem, o çağ için çok ilerde ve çok önemli, büyük bir değişim ve dönüşüm olayıdır. Bu bilincin doğmasında coğrafyanın, yani Yunan coğrafyasının dağlık yapısı da etkili olmuştur. Bugün Atina’nın demokrasinin beşiği sayılması, bu bilincin ortaya çıkmasına borçludur. Şöyle de denilebilir:
Avrupa uygarlığının evrim başlangıcının 6. yüzyıla dayandırılması da bunu göstermekte, bu düşünceyi doğrulamaktadır sanırım.
Dönemi kendi içinde değerlendirecek olursak, birey bilincinin ortaya çıkışını şöyle görüp açıklamak olanaklı:
İnsanı, ilk elden, yaşadığı çevre koşulları belirler. Bu yaşayış ve düşünüş olanaklarından kendi bilinci ve istenciyle (irade) sıyrılır insan. Yeni gereksinmelerine uygun, yeni yaşayış ve düşünüş biçimlerini, yine kendisinde yaratmasını, “birey bilincinin ortaya çıkması”nın bir uzantısı olarak görebiliriz. Çağdaş (modern) anlamda, bir amaç çevresinde buluşup toplanma, birleşip kenetlenme yetkinliğine erişmesi insanın, kişisel olgunluğunu ve yetkinleşmesini hızlandırmıştır, şeklinde de yorumlayabiliriz, bu bilincin doğmasını.
Yukarıda değinip geçtiğimiz, “toplumsal gerçeğe” gelirsek:
Sappho’nun kurduğu “şiir okulu”nun kızlardan oluşmasının asıl nedeni olan bu “toplumsal gerçek”, kadın ve erkek evrelerinin ayrılığıdır. Çağın gereği, kadınların evlenmeden de çocuk yapmaları doğaldır, ancak, kadın ve erkek arasında bir düşünce bağı, bir tinsel alış-veriş yoktur. Kadın, erkek topluluğuna “flütçü kız” olarak girer yalnızca.
Bu toplumsal gerçek, yani “kadın erkek” ayrılığı, 5. ve 4. yüzyılda görülüyor. Yüzyılın bu egemen anlayışı düşünüldüğünde, Sokrates’in, Platon’un çevresinde bir kadının düşünülmesi olanaksız gibidir. Kadınlar özgürdür, ama yaşayışlarının ve düşüncelerinin çağdaş bir çerçeveye, görünüşe oturmadığı çok rahatlıkla görülmektedir…




Yunan Şiiri ve Sappho Gerçekliği…

Üç büyük aşamanın göze çarptığını görürüz, Yunan şiirinde. Bunlar:
1. Destan Şiir; Homeros vb.
2. Lirik Şiir; ki, Sappho doruğudur bu şiirin.
3. Tragedyalardır; tragedyalar doğrudan Sappho’dan etkilenmiştir…
Bu gelişim ve değişim dönemleri, aynı zamanda dünya şiirini de etkilemiştir. Özellikle Homeros ve Sappho’dan oldukça yararlanmışlardır.
Buradan, “Destan Şiir”den “Lirik”e geçiş konusunda birkaç önemli noktaya vurgu yapmak isterim:
Homeros’un şiir kişileri, içinde yaşadıkları toplumsal geleneği eleştirmeden, bu geleneğin saptadığı kurallara, en içten bağlılıklarını gösterirken, aynı zamanda en parlak, en belirgin tarihsel kişiliklere örnek olmak için, birbirleriyle yarışmaktadırlar adeta, bütün destan boyunca. Birey olarak insan yaşamına, kendi yaşamlarına büyük değerler biçmezler. Onların varlık nedeni ve önceliklikleri olan şey, yurtları, toplumları, yaşadığı toplulukların kendileridir… Troya Savaş’ında Akhilleus ile Hektor’un sahnesinin yanında, Troya Savunmasına katılan Troyalılar ve saldırgan Akhalıların, göğüs göğüse çarpıştığı sahneleri gözümüzün önüne getirelim bir. Burada, bana sorarsanız öne çıkan en büyük özellik, saldırganla, yurdunu savunan arasında ki en belirginleşen ayrım, bütün olanaklarına karşın, örneğin Akhilleus lehine olduğu halde, Hektor’un kişiliği ve yurt savunmasındaki kahramanlığının, kendiliğinden öne çıkmasıdır. Akhilleus’un üstün özellikleri vardır. Yarı tanrıdır. Oysa Hektor insandır ve her şeyden çok yurdunu sevdiği için, insanın gösterebildiği yiğitliğin en başat örneği olarak yer alır destanda. Bütün Troya halkı, bu kahramanlarına inanmıştır. Hektor da halkını sevmektedir ve onlara yürekten bağlıdır. Bu duygusal bağın, yarattığı büyülü hava içinde Hektor, yenilmiş olsa da, Troya düşmemiştir henüz. Bizim de, Troyamız düşmedi henüz…

Lirik şiire gelince:

Ondaki doku toplumsaldır. Oysa, bireyin egemen olduğu dünya, bir diğer deyişle bireyci dünya, insan yaşamına, kişiliğine büyük önem veren bir oluşumlar bütünüdür. İnsan, daha çok “akıl varlığı” olarak bir değer kazanır bu dünyada ve bu değer onun kişiliğinde bir anlama oturabilir ancak. İnsanın kişiliğini, benliğini kitleden ayrı görmesi bu dünyanın tek ve en açık, en temel eğilimi olarak çıkıyor karşımıza. İşte bu eğilim, insanın kendine yönelmesi, kendini bilmesi, tanıması, iç dünyasında olup bitenlere bakması, dış dünya etkilerini içselleştirirken, bunu kendince ve kendine yönelterek yapması, Yunan Liriğini doğuran temel nedendir diyebiliriz. Kısası, Yunan liriğinin bu eğiliminin doruğunda Sappho vardır. Ama bu şu demek değildir:
Sappho’daki bu eğilim, toplum dışı bir yaşayışı seçmiş olması nedeniyle, toplumdan yalıtılmışlığı da getirmemiştir beraberinde. İlk bakıldığında Sappho’nun, cinsel tercih konusunda ki seçimi, çok da ahlâki bulunmayabilir. Kendi dönemi içinde bu, özünde Sappho’nun toplumsal kabullenilmişliğe, egemen dayatmalara, değişmez gelenekçi yaklaşım ve alışkanlıklara, kanıksandırılmış davranış kalıplarına ve de toplumu yöneten “erk”e bir başkaldırıdır. Bu erk, devlet ya da onu oluşturan herhangi bir kurum/kurumsal yapı da değildir salt. Öyle görünmüş olsa bile bu, bütün çağlar boyunca kendisini derinden derine duyuran bu düşünceye, “erkek egemen” anlayışına, kadınca bir başkaldırısı söz konusudur burada Sappho’nun. Eşitlikçi bir düzen istemenin, erk-güç olma isteminde, gücü elinde bulunduran erkekle aynı eşit düzlemde hak sahibi olabilmenin, insancı bir savaşımıdır, haklı bir başkaldırısıdır kadının. Sappho’nun Sicilya’ya sürgün edilmesi, bütün bu anlattıklarımızı da doğrulamaktadır, kanımca. Bu anlamda Sappho’ya, 21. yüzyılda da, bize örnek olan bu savaşımcı ruhu için bin selam diyorum…

Sappho’nun Şiirine Gelince…

Yazımın başında değindim, yeniden bir anımsatmayla, konuşmamı/yazımı şöyle sürdürmek istiyorum:
Dokuz şiir kitabı olduğu bilinen Sappho’dan günümüze, 630 dizlik şiirleri kalmıştır. Bunlardan ilk kitabın 1320 dizeden, on şiirlik sonuncu kitabın ise 136 dizeden oluşduğu bilinmektedir. Sappho’nun, elimizde kalan metinlerine baktığımızda (SAPPHO ŞİİRLER. Çev. Cevat ÇAPAN, Alaz Yayıncılık ile Azra Erhat-Cengiz Bektaş Çevirisi olan yine SAPPHO VE ŞİİRLER, Cem Yayınevi), kalan bu metinlerin tümünün lirik şiirlerden oluştuğunu görmekteyiz.
Sonraki çağlarda yapılan araştırma ve tanımlara baktığımızda, en belirgin izlekler olarak şunlar çıkmaktadır karşımıza:
Coşku, içtenlik, aşk ve duygu şairidir Sappho. Ve bu izleklerin, iç dünyasından yansıttığı şiirler…
Sappho insanca bir hoşgörüyle, kırılgan yanlarını, açıkça ortaya koymaktan çekinmemiştir. Buna salt hoşgörü demek yetersiz bir belirleme olacaktır. Daha önemlisi “kavgacı” bir şair olduğu kesin. Değil kadınların söz söylemesi, Sokrates ve Platon’un konuşulduğu bu dönemlerde, onların yanında kadının olmasını düşünmek bile, günümüze bir çıkarımda bulunarak söylersek, başlı başına sınıfsal bir başkaldırıdır. Bu anlamda Sappho’nun, aynı zamanda “Kavganın şairi” olduğunu da düşünebiliriz. Yaşadığı dönem içinde, ölçümlenilmeden (değerlendirilmeden) yana, yanlış anlaşılmadan yana bir korkusu olmadığı kesin. Gerek, yaşam tarzını ve ilişkilerini belirleme konusunda yaptığı tercihlerinde ve gerekse, siyasal söylemlere karşı oluşu/muhalif kişiliği bunun kanıtıdır. Antik dünyanın bu büyük şairinin, çağdaşı olduğuna inandığım (ki bütün şairler geleceği imlemeleri bakımından ve insanı, yarınları sorun etmeleri doğrultusunda hep çağdaştırlar); bizden biri de Karacaoğlan’dır. Farklı ve çok uzak çağlarda yaşamış olmalarının bir önemi yok. Bütün zamanları aşıp gelen, iki farklı coğrafyanın, değişik çağlarının bu iki büyük şairi, aynı çağda buluşabiliyorlar da. İşte şiirin yaşayan ve kendini zamanlarda donup kalmadan çağları aşan aşkınlığı ve şairin büyüklüğü, çağına ve yaşama tanıklığı, bu olsa gerektir.
Konuşmamı şöyle tamamlamak istiyorum:
Somut bir dilin şairi olan Sappho, dış dünya öyküleri anlatmaz şiirlerinde, kendini anlatır. Çiçekleri, ağaçları, böcekleri, çevresindeki ayrıntıları, giysileri, oyunları, törenleri, günlük yaşamın ögelerini söylerken bile, bu olay ve olguları kendisindeki etkisiyle görür ve anlatır. Günlük yaşamın ögeleri de böylelikle Sappho ile girmiştir şiire. “Örneğin Söylence “Şafak Tanrısı” Eos’u anlatır. Oysa Sappho “tan”ı söylencedeki öyküsüyle değil, kendisindeki etkisiyle görür, gösterir…”
Özelde Sappho’nun büyüklüğü şurdadır:
Sappho, biçeme özü ve içeri sokmuştur. O dönem düşünülecek olursa, bu yeni ve devrimci bir tarzdır. Metinlerin didaktik ve kuru, duygudan arınmış bir şekilde, akıl temelli yazıldığı bir dönemde, şiire duyguyu katmak, öze inmek, içeriğe bunları katarak bir biçem oluşturmak… Sappho’nun günümüze gelen büyüklüğü ve onu yaşatan şey bu işte.
Kenedine özgü bir biçem yaratmıştır Sappho. Şiirleri kısa ve etkili, yoğun lirik söylemi içinde barındıran kısa kısa dizelerden oluşuyor. Şiirler, belli bir düzen içinde istiflenmiş dizelerden oluşmamış/örülmemiş. Kimi zaman ikili, üçlü, dörtlü dizelerden oluşan bölümleriyle rahat okunuşu ve etkileyici bir söylemi var. Lirizmin üst düzeyde işlendiği ve içselleştiği bir şiire doğuyoruz, okurken. “Gelin Türküsü I”deki sesleniş, coşkun bir aşka davetin seslenişi, içe işleyişin yoğun ve lirik duyguları barındırır örneğin:
“Yüzü sevgiyle/kızaran gelin/Paphos’lu Tanrıçanın/eşsiz çiçeği…/Gir artık odana/yatağına gir/usulca sev okşa erkeğini…/İstekle yol göstersin sana/ Akşam yıldızı…/Evlilik Ecesi Hera’nın/kamaşan gözlerle bakacağın/gümüşten tahtına…”
21. yüzyılda da bizlerle birlikte olan bu büyük şairi selamlıyorum.
Yunan ve Türk halkları adına…
Şiir ve dostluk adına…
Barış ve özgürlük adına..
Aydınlık dolu yarınlar adına…
Dinsel karanlığın, onulmaz bağnazlığın son bulması adına…
Irkçılığının, faşizmin yok olması/yok edilmesi adına binlerle selamlıyorum…

(*) Bu yazı, 26. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’nda Mitos-Boyu Yayınlarınca düzenlenen “Akdeniz Şairlerinden Esintileri” konulu şiir-dinleti etkinliğine yapacağım konuşmanın genişletilmiş metnidir.
(**) Orhan KARAVELİ, “Kişiler ve Köşeler” Koza Yayınları, 1982 Basımı..

Hiç yorum yok: