20 Mayıs 2010 Perşembe

Anadolu İnsanseverliği’nin öncüsü Yunus Emre ve Şiiri Üstüne Bir Deneme I

Ali Ekber ATAŞ

Anadolu İnsanseverliği’ne yapılan düşünsel her yolculuk, Yunus Emre ırmağına karışıp Yunusça akmaktır aynı zamanda. Bu yolculuğa çıkanlar, aynı ırmakta bir kere yıkanmaya görsünler. Zıtlıkların içinde çarpışa dövüşe, düşe kalka, yana yakıla, “değişe tokuşa” bir özdeğe dönüşüp, bir anlam yüklenirler. Dahası, kendi seslerini bulup, kendine özgülükleriyle karıştıkları bu ırmaktan, ayrı bir kol olarak Fırat gibi akıp giderler Türk şiirinin içinde.
Kısası, bu ırmaktan su içmeleri, dillerini yıkayıp arındırdıktan sonra, yollarına devam etmeleri, kaçınılmaz bir olgudur bana göre, ya da benim açımdan bu böyle. İnsanın bulunduğu ve konuşulduğu her anda, konumlanıp konuşlandığı her yerde, sekiz yüz yılı bir solukta geçip gelen, Yunus Emre’ye götürür yürümeye başladığımız bu yol bizi.

İnsanlık şairi..
Bir büyük insanlık şairidir o!
Bütün çileleri seksen iki yıllık ömrüne, bütün varlığını “Bir lokma, bir hırka”ya indirgemiştir. Damladaki özünde, “insanlığıyla” hem kendisi kalabilmiş hem de kendisinde bütün insanlığı bulup sevmiş, “gönüller dervişi”.
Yunus, yalnız kendisini yetiştirmekle kalmamış, benzerlerini karşısındakinde de yaratmanın savaşımını veren “karıncanın su içtiği” bir deryagil. Neresinden bakılırsa bakılsın göremediğimiz, nasıl kucaklanırsa kucaklansın kavrayamadığımız bir yanı kalacaktır mutlaka. Eşyanın doğası (tabiatı) gereğidir bu. Çok doğaldır ki, burada anlatılacakların yanında, daha sonra yazılıp söyleneceklerde de görmediğimiz, bilemediğimiz yönler kalacaktır. Bir yokülke/düşülke (ütopya) değildir, ama bütün insanlığı kucaklayan, tek tek bütün insanlarda kendini arayan, bizlerden biriymiş gibi diyar diyar, çağ çağ dolaşıp duran, “yoksul, garip, miskin bir Yunus’tur” o. Hem düşünce denizimizi kuşatıp kendinde eritmeden var eden, hem de deryalığını unutup insanlarla denizleşen tek deryagil.
Yüzlerce yıl, gelişmenin doğa yasası, Herakleitos’un da söylediği gibi “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” ilkesi, onun da yaşamını biçimlendirmiştir hiç kuşkusuz. Doğasındaki insancı öz ve yaratıcı itilerine, yine doğasından kaynaklı ustalığını ekleyerek, hem “gönüller dervişliğini” mülk edinmiş, hem de özdekçi (maddeci) düşüncenin Anadolu’daki ilk temsilcilerinden yapmıştır onu. Belki bu söylediklerim bir abartı sayılabilir, ama aşağıdaki dizeleri bunun hiç de bir abartı olmadığını/görülemeyeceğini duyurmaktadır bize:
“Ben ayımı yerde gördüm
Ne işim var gökyüzünde
Benim gözüm yerde gerek
Bana rahmet yerden yağar.”
On üç, on dört yüzyıl önceden böyle seslenen Yunus’a, kim mistik diyebilir ya da mistisizmin sığlıkları içinde şiirler yazdığını kim savlayabilir?
Doğrudur. Yunus’ta mistisizm var. Bu yönünü belli eden, çok açık, çok yalın ve dupduru Türkçesiyle yazılmış şiirleri yok değil. Ancak şunu da gözden kaçırmamak gerek: Aklın egemenliğini benimsemiş bir inancın, sürekli değişimi ve akışı izleyen bir düşüncenin şairi, “batılı” çağdaşlarından geri kalmayan düşünürü ve Anadolu’daki karşılığı, “derviş Yunus”la karşı karşıyayız burada. Mistisizmin uyuşukluğu içinde tıkanıp kalan, boğulup kaybolan değil, duru Türkçesi ve lirik diliyle yüzyıllar ötesinden ışığını söndürmeyen bir yıldız gibidir yanmaktadır dilimizde hala.
Yunus’taki akılcılık..
Duygu yanı belirgin olmakla birlikte, onda öne çıkan usçuluğuna da değinmek isterim. Yunus Emre’de “us yürütme ” üç farklı anlama bürünüp çıkar karşımıza (inançta öyle):
İlki, “Akl-ı maaş”dır. Dünya düzenlerinin birliği, dünyayı düzene koymak ya da yeni bir insanlık düzeni kurmak, bu düzen içerisinde dünya insanını yaratmak. Dünyayı, insanlık için daha iyi yaşanabilir bir hale getirmek (Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).
Ben bunlardan şunu anlıyorum: Üstünde yaşadığımız dünyanın farklı coğrafyalarında, değişik kültürlerin, ırkların, dinlerin insanları yaşamakta. Hepsinin kendilerine özgü yaşam biçimleri var. Yine kendi sosyal, ekinsel özellikleriyle örtüşen yazılı yazısız yasalarının biçimlendirdiği toplumsal düzenleri var. Bütün bu çeşitlilik karşısında Yunus, ayrılıkların olmadığı bir dünya tasarımı peşindedir;
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”
derken. Bütün ayrılıkların yapaylığına inanır. Bizim de dikkatimizi bu yöne çekmektedir. Farklılıklarımızın olmasını, dünya yüzündeki insan coğrafyasının bir varsıllığı olarak görür, dahası söyler. Ortak yanımız ve değişmez olan gerçek, “insan” olduğumuzdur. Bunun için Yunus, tasarımını düşündüğü ve kurmak için ömrünü verdiği “bu dünya hepimizin, hem de hiçbirimizindir” der. Öyleyse, insana kötülük etmek şöyle dursun, bunu düşünmemin bile alçaltıcı olduğunu, insan onurunu zedeleyeceğine, yüreği ve kafasıyla inandığından herkese şu çağrıda bulunur:
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.”
Yunus, içimizdeki kötülüklerden kurtulup hepimizin olan bu dünyada, kin duymadan, kardeşçe yaşamanın güzelliğine, barış ve sevgi dolu bir dünyayı kurmaya çağırır hepimizi. aşağıdaki dizeleriyle:
“Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize.”
Bunu söyleyen Yunus; özdekçi, aydınlanmacı ve insancı düşüncenin ipuçlarını vermiyor mu desiniz bize?
İnsandaki kötülüklerin, hırsın, kinin kaynağı Yunus’a göre (bana da), içinde bin yıllardır taşıyıp durduğu, bir türlü yenemediği “mülkiyet” hırsıdır. Dünyayı ele geçirme hırsı canavarlaştırmıştır insanı. Bunu bizzat Anadolu’da Moğolların istilasında yaşamıştır. İnsanların, ekin biçilir gibi kellelerinin biçildiği bir vahşeti görmüştür Yunus. Mevlana’nın Moğollarla işbirliği yapmasına karşın Yunus, halkın yanında ve Moğollara karşı savaşan, çağının tanığı bir halk ozanıdır. Mevlana saray sınıfına yakın durmuş, dergâhını da seçkin ve zengin sınıfın yaşadığı kentte kurmuştur. Halkın içinde yaşamadığı gibi, halk dilinde yapıtlar da vermemiştir. Yapıtlarını Farsça yazmıştır. Türkleri sevmediği gibi Türkçe yapıt da vermemiştir hiç. Kültür Bakanlığı’nın sipariş üzerine Vecihi Timuroğlu’na yazdırdığı Mevlana kitabı, bütün kitaplıklarda bulunması gereken bir başyapıt. Kısası, sözünü ettiğimiz tarihe ışık tutması ve Mevlana’yı bütün yönleriyle anlatması bakımından da iyi bir başvuru kaynağı.


Yüzünde halkın edası, dilinde halkın dili..
Yüzümüzü Yunus’a döndüğümüzde, şiirlerine eğildiğimizde, yüzünde halkın edası, dilinde halkın dilini buluruz. “Bir lokma bir hırka”da somutlanan yaşamı, halkın içinde geçmiştir hep. O büyük kıtlık zamanlarını hakla birlikte yaşamış ve halkın konuştuğu dilde yazarak yapıtlarında yansıtmıştır bu dönemini. Yalnız çağının sorunlarına yönelmesiyle değil, yeniçağlara da ışık tutan düşüncelerini dile getiren şiirleriyle Yunus, yaşamaktadır hala. Hırsın şeytanlaştırdığı insan, her türlü kötülüğü da yapabilendir ona göre. Öyleyse insan, ilkin, içindeki canavardan, şeytandan kurtulmalı. Bunun yolu da “aklını kullanmasından”, “kendine yönelmesi, kendini bilmesinden” geçmektedir. Kendine yönelen, kendini tanıyan insan, başka insanlarda da benzerini yaratandır. Dahası, Yunus’tan dört yüz yıl sonra gelecek olan Kant’a da fikir babalığı ettiği düşüncesindeyim. Kant’ın, “insanın aklını kullanma cesaretini göstermesi, onun ‘ergin akla’ ulaştığını” gösteren düşüncesini, Yunus’un kişiliğinde görüp okumak olanaklı. Ne ki, biz tarihi, doğa yasalarının öngördüğü biçimde okuyamadık hiç. Tarihin bu doğru akışını, doğru zamanda yakalayıp dizgeleştirip, bir okula döndüremediğimizden içindir ki, bugün, bu karanlığın içine gömülmüş durumdayız. Biz bunu, diyar diyar dolaşıp dilden dile anlatıp dururken, Batı, tarihsel gelişimi yakalamakla kalmamış, tarihin akışını da değiştirmiş, kendi okullarını kurarak başarmıştır bunu.
Yunus’a yeniden döndüğümüzde, bütün insanlığı şu dizeleriyle kucaklarken, “bir olmaya, insan olmaya” çağırıyor herkesi:
“Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur, eğer var ise.”
İnsanlar arasında dinlerin yarattığı yapay ayrımlara dikkat çeker. İnsancı bir başkaldırıdır bu aslında! İnsanı insanla buluşturup barıştırmanın ancak, insanın kendisini bilip tanımasından geçtiğini inanır. Buda bir anlamda, ne bir anlamı çok anlamda, insanın “aklını kullanma cesaretini göstermesi” demektir. “Aklını kullanma cesaretini gösteren insan”, “ergin akla” ulaşan insandır ve eğriyi doğrusundan, haklıyı haksızdan ayıran ve “mazlumdan” yana olandır.
Antik dünyada, tanrıların egemenliğine son veren Promete, ateşi tanrılardan çalıp tanrılara başkaldırsınlar, tanrılardan intikam alsınlar diye insanlara vermişti. İnsanı tanrılaştıran ya da başka deyişle tanrıyı insanlaştıran Prometeus, her şeyin maddi dünyada olup bittiğine inandığı için insanlar arasında ortak aklı yaratmak için yapmıştır bunu. Aklımızın fitilini ilk ateşleyen de odur. Bundan ötürüdür ki, ortak aklı yaratmak için attığımız her adımda bizimle ve son insana değin yaşayacaktır. Buna şöyle de demek olanaklı: Promete, insan aklıdır. İnsanın akıl yürütmesi, ortak aklı yaratmasıdır. Zeus’u tahtından etmektir bu.

Akıl, duyu ve duyusallık varlığı olarak insan…
Ortak yanımız ve değişmez olan, insan olduğumuz gerçeğidir demiştik. Çünkü bizi insan yapan ve hiçbir canlıda olmayan “düşünme yetisine” sahip oluşumuzdur. Yani aklımızın olduğu ve akıl varlığı oluşumuzdur. O halde, aklımız, doğa yasalarının farkında olmamamızı ve bu yasaların gereğini yapmamızı emrediyor bize. Doğa yasalarını izleyen ve yaşamı us yoluyla kuranlar düşünsel akrabadırlar. İnsan us varlığı değil mi? Ne ki, insan bir de duygu ve duyusallık varlığıdır da. Duyular, bizim us yürütmelerimizde, nesnel dünyayı algılayıp yorumlamamızda yardımcımızdır. Usun önündeki engelleri, bellek ve bilincimizi bulanıklaştıran havayı dağıtır, yok eder. Şu da var ama: Usun, duyular aracılığıyla doyurulması eleme, kıyaslama ve seçme yapabilecek bir doygunluğa getirilmesi ne derece olağan ve doğalsa, insanın inançsal istemlerinin (inancı sömürü aracına dönüştüren şarlatanlar için bu böyle değildir) giderilmesi de aynı doğallığın gereğidir. Kaçınılmaz bir gerçekliktir bu. Usumuz bize, bunu da anımsatıp yapmamızı öğretir. Ama bunu, usun öğretmenliğinde, mantığın okulunda yapmak koşuluyla der.
O halde usun öncülüğünde, us birliği etmiş olanlar, yani, “aklın yolu birdir” diyenler, dünyayı daha insanca yaşanabilir bir eve dönüştürebilirler ancak. Ne ki, bu birliğin sağlanmasıyla da bitmiyor her şey. Usça kabul edilen, doğası gereği doyuramadığı, doyurmak istemediği, ama doyurulmasının da mutlak gerekliliğine inandığı, duygu varlığı dediğimiz insanın bir de tinsel dünyası vardır. İnançlarını, hiçbir baskı altında kalmadan yaşayabilecekler için Yunus’un önerdiği diğer bir us yürütme yolu da “Akl-ı maad”dır. Yani öte dünyada olup bitenleri bildiren bir us yürütmedir ki bu, tamamıyla insanın tinsel ve inançsal dünyasının doyurulmasına yönelik istemlerin, insana yaraşır biçimde giderilmesi yatmaktadır.
İnanan (dindar/gerçek inançlı olan) insan için bu ayrıntı önemli. Saygınca bir davranış. Nesnel dünyada arayıp bulamadığını, tamamıyla insanın tinsel dünyasına yönelerek bulduğuna inanabilir. Dahası, söylence de olsa öte dünyan(ın) varlığı ve bunun gereklerini yerine getirmesi, içten içe bir rahatlık da yaşatır ona.. Bunda bir us dışılık yok. Ancak her an, inancın kör yanına geçme, karanlığa gömülme tehlikesi de yok değil. Kafamızı kaldırıp çevremize şöyle bir baktığımızda, bırakın görünenleri, yakın tarihte yaşananları düşündüğümüzde, ne değin büyük bir tehlikeyle iç içe olduğumuzu görmemek, aptallık derecesinde bir iyi niyet gösterisidir kanımca. Ülkemizin değil üç yanını, kalbini avuçlarına almış bu Bedevi karanlığın yaşattıklarına baktığımızda, siyasallaştırılıp körletilen, kirletilen inancın, nasıl bir tehlikeyi içinde barındırdığı daha kolay anlaşılacaktır. Yakın tarihimiz, bu karanlığın yakımları ve yıkımlarıyla dolu: Maraş, Çorum, Yozgat, Tokat, Erzincan ve Sivas… Hele de Madımak ve Temmuz’u değil unutmak, atlaması bile, insanın kendisine, sonra da bütün insanlığa ihanetidir. Günümüzde yaşatılanlar, katlanarak artan ve giderek derinleşen yaralarıdır ulusumuzun.
Böyle bir tehlikenin ve tarihin içinden ışıyıp gelen Yunus Emre, inancın önüne “us”u koyarak, mantığın okulunda, us’un öngörüp sınırladığı çerçeve içinde ancak, öte dünyaya yönelik ilgi ve istemleri yaşayabileceğini, kendi yaşamından örnekleyerek koymuştur önümüze. Bu da ikinci akıl yürütmesidir onun.
Akıl yürütmelerinin sonuncusu da “Akl-ı Külli”dir. Yani tanrı ile ilgili olan. Tanrının bütün tansık (mucize) sayılabilecek özelliklerine ilişkin bir us yürütmedir. Bundan şunu anlıyorum:
Bir yaratıcının varlığına inanan insan, ona “tanrı” adını vermiş. Her dil/din kendine özgü bir ad koymuş ona. Ne ki, bu varlığın görünmez olmasını istemiş, ama yukarıda değindiğimiz “tansık” yanlarıyla da (mucizeleriyle) kendisini göstermesine inanmakla kalmamış, kendini de buna inandırmış. Tam da burada Tevfik Fikret’in şu dizeleri, insanın içine düşürüldüğü bu açmazın çok yalın özeti gibi: “Köhne bir tılsımlı yalandır asa,/İnsanın böyle sapmaları var;/Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
İnsanın yarattığı bu tanrı kavramı/tasarımı, soyutluklar üzerine kurulmuş. Tasarımı gerçekte (Gerçek: Varlığı kesin olan. Görüntüyle ilgili olana karşıt olarak şeylerle ilgili olan. Olasıya karşıt olarak etkin bir biçimde varolan. Ülküsele karşıt olarak varlığı gösterilebilir olan. Gerçek olan etkin bir biçimde verilmiş ya da sunulmuş olandır, varlığı araştırmayı gerektirmeyendir. Gerçeği doğru’yla karıştırmamak gerekir. Doğru gerçek’in sezgisi ya da bilgisidir. H. De Montherlant: Bana göre mutlak olan tanrı değildir, gerçekliktir, doğrudan ve kesin bir kavrama biçimidir. TİMUÇİN, Afşar, Felsefe Sözlüğü, İnsancıl Yayınları, s. 137) olmayan, zihinde varolan ve bütün insanlığı muma çevirmiş bu doğaüstü varlık düzeni içinde insan kul köle, halk teba, ulus ümmetleşmiştir artık. Kutsal kitapların dediklerine bakılırsa, göklerin yedi kat üstünde, meleklerin arasındadır. Benim aklıma durup dururken şöyle bir soru geldi:
Neden göklerde düşünülmüş de yerin yedi kat dibine indirmemişler onu?
Bunun tartışmasında değilim elbet. Kör kuyudan su çıkarmaktır bunu tartışmak.
Yunus’un “Akl-ı Külli” dediği, “tanrı”yı betimleme, anlatma düşüncesine gelince, bu konuda yine onun söylediklerine dönerek yanıtını, kendisinden okuyalım birlikte:
“Ben ayımı yerde gördüm
Ne işim var gökyüzünde.
Benim gözüm yerde gerek
Bana rahmet yerden yağar.”
Yunus, böyle diyorsa, yukarıdaki söylenenler konusunda, yaratılan “tanrı” kavramı üstüne yaptığımız akıl yürütmelerimizin nedeni de anlaşılacaktır, bizce.


İnsan suretindedir, Yunus’taki tanrı algısıdır..
Yunus Emre, Tanrı’yı, ne gökde ne de yedi kat dibinde aramıştır yerin. Yeryüzünde, doğanın tek akıllı varlığı insanda aramış, insan suretinde görüp inanmıştır ona. İnsan suretinde ve insanla şekillenen, insanlaşan bir “tanrı” inancı vardır Yunus’ta. Böyle olması da çok doğal. Gerek onun inanç örgelerine baktığımızda, gerek düşüncesinin koyaklarına indiğimizde ve gerekse içinde yetiştiği özekin ve çağa yöneldiğimizde, dahası Yunus’un yazdıklarına baktığımızda, bunun başka türlü olması da düşünülemezdi kuşkusuz.
O, Ahmet Yesevi ile başlayıp Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya (güvercin “donunda”) gelişiyle devam eden ve “Taptuk’un tapusunda kul olduk kapısında” deyip girdiği dergâhta, kırk yılın ardından “Yunus miskin çiğ idim/Piştim elhamdülillah” diyerek, el alıp somutlandığı bir geleneğin adı olarak yaşamaktadır hala. Bu çok önemli.
Yunus Emre yolculuğu, bir uzun insanlık yolculuğudur. Her geçen gün çağımız insanında kan kaybına neden olan ve iyileşmesi neredeyse olanaksız bir kangrene dönüşen yabancılaşmanın çarelerini onun kişiliğinde bulmak olanaklı. Yaşamı, yapıtları ve düşünceleriyle çağımız insan ve dünya sorunlarına (problemlerine) ışık tutan Yunus Emre üstüne yaptığımız bu düşünsel yolculuğun ilk bölümünde, ondan öğrendiklerimi bu değin dile getirebildim. İkinci yolculuğumuz, onun Anadolu ekini içinde Bektaşi geleneğinden nasıl beslendiğinin, çağ içinde üstlendiği sorumluluk bilinciyle neler yaptığının, “batı” düşüncesiyle, özellikle “aydınlanma” düşüncesiyle olan akrabalığı üstünde bir düşünsel yolculuğumuz olacak.
İyi okumlar…

Hiç yorum yok: